Sağlık Hastalık Ölmez, Pusuya Yatar…

Geçmişte sağlık açısından büyük dertler çeken insanoğlunun karşısında artık çok daha zorlu düşmanlar var… Biz tüm olanakları kullanıp onları yenmeye çabaladıkça, onlar da kılık değiştirip bambaşka biçimlerde karşımıza dikiliyorlar. Bilim, var gücüyle bu yeni düşmanlara karşı yeni mücadele yöntemleri geliştirmek için çabalarken sokaktaki sıradan insan soruyor: “Deli dana” hastalığı, 21. yüzyılda daha büyük salgınlara yol açacak mı? Yarın, korkunç AIDS virüsünün yerini prionlar mı alacak?”
imagesqtbn.jpg imagesqtbn.jpg

Geçmişte sağlık açısından büyük dertler çeken insanoğlunun karşısında artık çok daha zorlu düşmanlar var… Biz tüm olanakları kullanıp onları yenmeye çabaladıkça, onlar da kılık değiştirip bambaşka biçimlerde karşımıza dikiliyorlar. Bilim, var gücüyle bu yeni düşmanlara karşı yeni mücadele yöntemleri geliştirmek için çabalarken sokaktaki sıradan insan soruyor: “Deli dana” hastalığı, 21. yüzyılda daha büyük salgınlara yol açacak mı? Yarın, korkunç AIDS vi*rüsünün yerini prionlar mı alacak?”

“Paleopatologi"​


Bugün salgın bilimciler bu konuda sessizliklerini koruyorlar. Enfeksiyon hastalıkları uzmanları ise, kesin bir güvence veremiyorlar. Belki de, sorun hakkında yaklaşık bir fikre sahip olan tek bilim dalı “paleopatoloji” ve yüzlerce, binlerce yıl önceden kalma ölülerin bedenlerini inceleyen “paleopatolog” doktorlar… Onların kesin olarak bildikleri tek bir şey var; o da gelecekte AIDS’in yerini başka bir salgın hastalığın alacağı…

“Her salgını bir başka salgın izler”


Paleopatoloji biliminin en önemli araştırma alanlarından biri, fosil kemikler… Bu fosil kemikleri çok yakından inceleyen paleopatologlar “her salgını bir başka salgın izler” ilkesinden yola çıkıyorlar. Amaçları ise, bu anlayış çerçevesinde bugünü daha iyi değerlendirmek ve yarın için gerekli önlemleri almak…

Hastalık kesinlikle yeryüzünden silinmiyor


Bu acımasız yarışta, enfeksiyonların, tarihin karanlık çağlarından beri ortalıkta dolaştıkları görülüyor. Ve daima bir kazanan bir de kaybeden oluyor. Ama çağlar boyunca berabere kalındığına hiç rastlanmıyor. Sözgelimi, 14. yüzyılda Avrupa’da cüzzamın çökmeye başladığı tarihlerde birdenbire verem salgını patlak vermişti. Yine aynı şekilde 18. yüzyıldan bu yana hayli can alan çiçek hastalığı, yerini bir başka virüs hastalığına, AIDS’e bıraktı. Bu “birbirini ızlemede”ki inanılmaz düzenlilik araştırmacıları şaşkınlığa sürüklüyor. Fransa’daki Uygulamalı Bilimler Yüksek Okulu’nda paleopatoloji dersleri veren doktor Pierre Thillaud, “Bu sürekliliğin ve dengelerin açık*laması henüz yapılamıyor. Yalnızca bu gerçeği ortaya koymakla yetiniliyor” diyor.

Ne var ki, bu süreklilik ve birbirini izleme noktasında dikkat edilmesi gereken bir konu daha var… Yeni bir enfeksiyonun egemen olması durumunda, “mağlup” olan hastalık kesinlikle yeryüzünden silinmiyor. Külün örttüğü kor parçaları gibi, her zaman bir yerlerde saklı duruyor ve en uygun zamanda başkaldırmaya hazır bekliyor. Bu gizli bekleyişin en anlamlı örneği bugün gelişmiş batı ülkelerinde yaşanıyor. Nitekim, son günlerde sefaletin arttığı bu ülkelerde verem hastalığının güçlü bir biçimde geri döndüğünden söz ediliyor.
- -


“Hastalıklar birdenbire ortaya çıkmıyor ve aynı şekilde birdenbire de ortadan kaybolmuyor”


Paleopatologlara göre, “hastalıklar birdenbire ortaya çıkmıyor ve aynı şekilde birdenbire de ortadan kaybolmuyor”; tam tersine, çağlar boyunca olağanüstü bir süreklilik içinde seyrediyorlar. Yalnızca, yayılmaları ve önem dereceleri değişiklikler gösteriyor.
Gerçekten de, tarihin bilinmeyen dönemlerinden beri aynı hastalıklardan acı çekiyoruz. Sözgelimi, uzak atalarımızdan “Australopithecus”un dişinde çürükler vardı. Neanderthal insan, artroz nedeniyle kötürüm kal*mıştı. Eski Mısır’da pek çok kişi veremden ölmüştü ve mumyalarında bulunan kireçleşmiş tenya yumurtalarının kanıtladığı gibi, asalaklardan çekiyorlardı. Eski kayıtlar ise, Yunanlılar’ın şeker hastalığına tutulduklarını gösteriyordu.

“Patosenoz” teorisi


Paleopatolojinin yanıt aradığı diğer sorular ise, bir hastalığın niçin ön plana çıktığı ve bir başkasının niçin gerilediği üstünde toplanıyor. Bu soruların yanıtları da, tıp tarihi uzmanı Mirko Grmek tarafından geliştirilen “patosenoz” teorisine dayanıyor. Buna göre, hastalıklar çevreye, toplumun yaşam koşullarına ve nüfusuna göre değişiyor. En küçük bir değişme, hastalık etkeni mikropların basit bir adaptasyonu ya da mutasyonu yoluyla, yeni hastalıkların yolunu açabiliyor. Bu teorinin en uygun örneğini frengi hastalığı oluşturuyor.

Frengi


Frengi hastalığının olağanüstü adaptasyon yeteneğini, araştırmacılar yakın dönemlerde ortaya koymuş bulunuyorlar. Son varsayımlara göre, Kristof Kolomb Yeni Dünya’yı keşiften dönerken, özel bir “treponema” (frengi etkeni asalak) suşunu da beraberinde getirmişti. Avrupa’nın yaşam koşullarına ve iklimine mükemmel bir uyum sağlayan bu suş, hemen gelişerek büyük bir salgına yol açmıştı. Bu ani yayılma, AIDS virüsü HIV’in (Human İmmunodeficiency Virüs) yayılmasına çok benziyor. Öte yandan, törelerin çöküşü, “seks turizmi “patlaması, damariçi enjeksiyon kul*lanımının kan nakli, uyuşturucu ba*ğımlılığı gibi nedenlerle giderek artması, AIDS virüsünün dağılmasına yardım ediyor. Ancak Mirko Grmek, durumu “AIDS’in Tarihi” adlı yapıtında “HIV’in birkaç yüzyıldan beri var olması mümkündür. Dünyadaki dağılması ve yalnızca yer yer olaylarla, çok sınırlı salgınlarla kendini göstermesi nedeniyle, 1980’e kadar tıbbın gözünden kaçmıştır. Geçmişte, virüsün hastalık yapma gücü daha azdı ve bulaşma ortamları da daha kısıt*lıydı” diye açıklıyor. Bunun gibi, et temelli unların sığır yemi olarak kul*lanılmaya başlaması da, kuşkusuz “prion”ların yeni gelişme eksenleri bulmalarını sağladı.

Cüzzam


Başka bir adaptasyon örneğini ise cüzzam oluşturuyor. Bu hastalık, da*ha önceki yüzyıllarda yalnızca sağlık koşullarının çökmeye yüz tuttuğu dönemlerde beliriyordu. Etkisini, ilk kez M.Ö. 300’e doğru Antik dünyanın ünlü kent merkezlerinden biri olan İskenderiye’nin fakir mahallelerindeki halkı kırıp geçirerek gösterdi. Daha sonra, kötü sağlık koşullarının hüküm sürdüğü Ortaçağ Avrupası’nda ortaya çıktı.

Özetle, paleopatoloji, insanoğluna hastalıklara karşı mücadelede daha yeni ve mükemmel yollar göstermek için yeni alanlar açmaya çalışıyor. Ama ne yazık ki, bu bilim dalı henüz birçok tıp fakültesinde ayrı bir statüye kavuşmuş değil… Öte yandan, gerek fakülteler gerekse hükümetler bu tür çalışmalara maddi destek sağlamıyorlar. Bu bilim dalı, şimdilik çoğu başka uzmanlık alanlarında görev yapan ve paleopatolojiye gönül vermiş doktorların çabalarıyla ve şu an için genellikle küçük adımlarla ilerliyor. Ama bu alanda hızlı adımlar atma zamanının geldiği de kesin… Çünkü bulaşıcı hastalıkların saklandıkları köşelerde uygun bir an bekledikleri de bir gerçek…

Cromagnon insanı bağırsak hastası mıydı?


Fosil dışkılar, paleopatologlara mükemmel ipuçları veriyorlar…

Belki de, ilk kez Fransa’da tarihöncesi bir insanın hayatına böylesine yakından girildi… Fransa’daki Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi’nin (CNRS) Prehistorya uzmanları D. Baffier ile M. Girard, Fransa’nın Yonne Eyaleti’nin Arcysur-Cure bölgesindeki duvar resimleriyle bezeli mağarada 32.000 yıllık fosil dışkılar keşfettiler. Araştırmacılar dışkıda, el yıkamadan sofraya oturunca bağırsaklara yerleşen askarit (bağırsak solucanları) yumurtaları buldular. Keşif, henüz konunun tüm sırlarını ortaya dökmüş değil… Yani şimdilik, mağaranın başka sakinleri olup olmadığı araştırılıyor. Böylece dışkılardaki bu asalakların ayılara mı, yoksa bu mağaranın duvarlarını da resimleyen atalarımıza mı ait olduduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacak… Ancak ortada açık bir gerçek var; o da, bu asalakların çok eskiden beri var oldukları… Bazılarına da, 2-3 milyon yıl öncesinin balık fosillerinde rastlanmıştı.

Fransa’nın Reims Üniversitesi’ndeki Paleoparazitoioji Laboratuvarı’nda görev yapan F. Bouchet’nin uzmanlık dalı dışkılar… Tuvaletlerin (kuşkusuz tarihöncesinden kalma) dibinde bulunan kalıntılar, Bouchet’nin asalak hastalıklarının tarihi üstüne ayrıntılı makaleler yazmasını sağlıyor. Fosil bilharzioz kurtları, fosil tenya yumurtaları, oksiyürler ve askaritler, özellikle Ortaçağ Avrupası’nda yaşayan insanların bağırsaklarında yıkıcı etkiler bırakmışlardı. O dönemlerde sebzeleri yıkamak ya da balığı ve eti pişirmek, henüz mutfak kültürünün içine girmemişti, Paris’teki Louvre Müzesi yakınlarında yapılan arkeolojik kazılarda keşfedilen ve 14. yüzyıla tarihlenen bir cins yassıkurtun analizlerinin kanıtladığı gibi, insanların bağırsaklarında o tarihten beri çeşitli asalaklar bulunuyordu. Françoise Bouchet bu fosillerde ortaya çıkardığı asalakların, bugün bizim bağırsaklarımızı mekan tutan asalaklarla aynı olduğunu düşünüyor. Ancak, düşünceleri henüz bir sav niteliğinde… Teorik olarak kanıtlanmış değil…

Sonuçta, fosil DNA incelemeleri, belki bir gün evrimler ve olası genetik değişiklikler hakkında bizleri aydınlatacak. Fosil halde korunarak günümüze nasıl ulaştıklarının bulunması, olağanüstü direnç yeteneklerinin daha iyi anlaşılmasına yol açacak… CNRS tarafından hazırlanan araştırma programı, ilk yanıtların yakın bir tarihte alınmasını sağlayacak.

Hastalıkların kaynağı, insanların ve hayvanların tarihini de anlatıyor…
Bir görünüyor bir kayboluyor, ama asla yok olmuyorlar.

Diş çürüğü


5 milyon yıl…
Diş çürümesine neden olan bakteriler, insanın ortaya çıkışından çok önce, memelilerde berbat diş ağrılarına yol açıyordu. İlk “Australopithecus’lar da, kuşkusuz aynı derdin pençesine düştüler. Ve o günden bugüne insanoğlu dış çürüğünden ve onun insana verdiği eziyetten kurtulamadı.

Cüzzam


12. ya da 13. yüzyıl Avrupası… M.Ö. 600’lere doğru Hindistan’da ve büyük bir olasılıkla Çin’de varlığını sürdürüyordu. Hastalık, Romalı lejyonerler tarafından Avrupa’ya taşındı. Kudüs’ten geri dönen Haçlılar ise, cüzzamın Batı Avrupa’daki varlığını pekiştirdiler. O dönemde Avrupa’daki berbat sağlık koşulları cüzzamın yayılmasına ortam hazırladı. 15. yüzyılın sonundan itibaren gerilemeye başladı,

Sıtma


100.000 yıl…
Plazmodyum (sivrisinekle ak tanları sıtma etkeni asalak) 100.000 yıl önce, yani “Homosapiens”e saldırmadan çok önce sürüngenleri, ardından da memelileri hedef olarak seçmişti. O zamandan beri, en büyük veba, kolera ve çiçek salgınlarının toplamından daha fazla kurban aldı.

Frengi


16. yüzyıl Avrupası
Kristof Kolomb’un denizcilerinin dönüşünden önce de, Avrupa’da bir frengi formunun bulunduğu düşünülüyor. Ama, söz konusu olan etkili bir form değildi. Çünkü frengi, ancak 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’yı kırıp geçirmeye başladı. Hastalık etkeni form, olasılıkla Amerika’dan, yerliler tarafından sömürgecilere bulaştırılarak taşınmıştı.

Verem


4.000 yıl…
Bu afet, büyük olasılıkla ilk kez Neolitik Dönemde insana bulaştı. İneklerin evcilleştirilmesi, sığır basilinin yeni bir hedefle tanışmasını sağladı. Özellikle mumyalarda, kemik vereminin tipik izleri olan omurga lezyonları bulunuyordu.

Kanser


15. yüzyıl…
Napoli Kralı I. Ferdinando’nun (1423-1494) cesedi üzerinde yapılan DNA analizi sayesinde, kralın bugünküne benzer bir kolon kanserinden öldüğü biliniyor. Hastalığın günümüzde önem kazanmasının nedeni, insan ömrünün bugün eskiye oranla oldukça uzamış olması… Gerçekten de, ilerleyen yaşla birlikte hücreler çok daha kolay yıkıma uğruyor.

Veba


6. yüzyıl Avrupası…
İlkçağ’dan kalma tüm belgeler, vebayı insanlığın ortak belleğine kazınmış korkunç salgınlar olarak nitelendiriyorlar. Ama çok büyük olasılıkla, söz konusu olan gerçek veba değil, ani ölümler getiren “hıyarcıklı” ya*ni “kara veba”ydı. Sıçan piresinin bulaştırdığı bu hastalığın kaynağı Orta Asya’ydı ve Av*rupa’ya 6. yüzyılın ortasında gemiler aracılığıyla ayak basmıştı.

AİDS


20. yüzyıl…
1981 yılında bilimsel olarak tanımlanan hastalığın çok önceden beri var olduğu düşünülüyor. Virüs, 1960’lı yıllardan kalan kan örneklerinde de ortaya çıktı. Belki de yer yer ve zaman zaman kendini göstererek yüzyıllardır varlığını sürdürüyordu. Cinsel özgürlük ve fantezilerin yükselmesi, uyuşturucu bağımlılığının artması ile gerçek bir salgına dönüştü.
 
Bunlar da ilginizi çekebilir...
Geri