Mehmet Rifat Börekçi – İlk Diyanet İşleri Başkanı

Mehmet Rifat Börekçi (1860 - 1941)

Mehmet Rifat Börekçi (1860 – 5 Mart 1941), Türk din adamı ve siyasetçi, 1. Diyanet İşleri Başkanıdır. Ankara’nın yerlisi ve müftüsü sıfatıyla, Kurtuluş Savaşı’na ve Mustafa Kemal Paşa’ya önemli destekte bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Diyanet İşleri Başkanıdır (1924-1941). 23 Nisan – 27 Ekim 1920 tarihleri arasında kısa bir dönem milletvekilliği de yaptı.

1860’ta Ankara’da Beynam köyünde doğdu. Babası Börekçizadelerden Ali Kazım Efendi’dir. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra yüksek öğrenim için İstanbul’a gitti. Burada Beyazıt Medresesi müderrislerinden Atıf Efendi’nin derslerine devam edip dini yüksek ilimleri tahsil ederek icazetname (diploma) almaya hak kazandı.

İlk memuriyetine Ankara’daki Fazliye Medresesi’nde öğretim üyesi olarak başladı. 10 Ekim 1898’de Ankara İstinaf Mahkemesi üyeliğine getirildi. 25 Kasım 1908]] tarihinde de Ankara Müftüsü oldu. Ayrıca 1911 yılında bir müddet Sivrihisar Kaymakamlığı görevini de vekaleten yürüttü. Bu arada memuriyetinin yanı sıra, eğitim-öğretime olan ilgisini devam ettirdi. Bu cümleden olarak, 1918’de Musile-i Süleymaniye (Süleymaniye Medresesinde büyük müderrislere verilen bir unvan) payesi ile Bursa Müderrisliği kendisine tekrar tevcih edildi. 1920’de "İzmir Paye-i Mücerridi" ve yine aynı yılda "Mahreç Payesi"ne layık görülmüştür. Göstermiş olduğu bu başarılarının bir mükafatı olarak, 1920’de de her türlü devlet hizmetlerinde güzel işler görenlere iftihar ve imtiyazı mucip olmak üzere çıkarılan "Dördüncü Rütbeden Osmani Nişanı" ile ödüllendirildi.

Milli Mücadele’de Şeyhülislam Dürrizade’nin fetvasına karşı Ankara Fetvası’nı (Anadolu Fetvası, Börekçizade Mehmet Rifat Efendi Fetvası) ilan etti. Fetva 153 müftü tarafından imzalanarak dağıtıldı. Bunun üzerine 24 Nisan 1920 tarihinde padişah imzasıyla Ankara Müftülüğü görevinden alındı ve Divan-ı Harb tarafından Milli Mücadeleye verdiği destekten dolayı idama mahkum edildi.

23 Nisan 1920’de toplanan TBMM 1. Dönem’e Menteşe (Muğla) mebusu olarak girdi. Ancak 27 Ekim 1920 tarihinde Müftülük görevini tercih ederek milletvekilliğinden istifa etti. 23 Aralık 1922 – 30 Mart 1924 tarihleri arasında Şer’iye Vekaleti Heyet-i İftâ azalığında bulundu. 4 Nisan 1924’te yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı görevine geldi. Soyadı Kanunu’nun çıkmasından sonra "Börekçi" soyadını aldı ve 5 Mart 1941 tarihinde vefat edene kadar bu görevde kaldı.

Ankara Fetvası

Ankara Fetvası (Anadolu Fetvası, Börekçizade Mehmet Rifat Efendi Fetvası) Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın etkisiyle yayımlanan, Mustafa Sabri Efendi’nin kaleme aldığı ve Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Beyefendi tarafından ilan edilen Kuvâ-yi Milliyecilerin öldürülmelerinin günah sayılmayıp dînen caiz ve vazife sayıldığını duyuran fetvasına karşı Ankara Müftüsü Mehmet Rifat Efendi tarafından yazılıp 153 müftü tarafından imzalanarak ilan edilen fetvadır.

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın

Roberto Durán – Manos de Piedra (Taş Eller)

Roberto Durán,  1994

Roberto Durán Samaniego, 16 Haziran 1951 Panama doğumlu, 1968’den 2001’e kadar aktif Panamalı eski profesyonel boksördür. Dört ağırlık sınıfında dünya şampiyonu oldu: hafif , valter siklet , hafif orta ağırlık ve orta siklet , ayrıca tartışmasız ve çizgisel hafif siklet şampiyonu ve çizgisel ağır siklet şampiyonu olarak hüküm sürdü. Aynı zamanda, elli yaşından sonra Jack Johnson’dan sonra mesleğinde aktif kalmış ikinci boksördür. Durán çok yönlü, teknik kavgacı ve basınç savaşçısı olarak biliniyordu ve onun zorlu delme gücü ve mükemmel savunması ona "Manos de Piedra" (Taş Eller) takma adını kazandırdı.

Roberto Durán, 16 Haziran 1951’de Panama Guararé’de doğdu. Annesi Clara Samaniego, Guararé’nin yerlisi ve babası Margarito Durán Sánchez, Arizona, ABD ve Meksika kökenli. Panama semtindeki El Chorrillo’nun kenar mahallelerinde, "La Casa de Piedra" (Taş Ev), büyüdü. Sadece sekiz yaşındayken Neco de La Guardia spor salonunda deneyimli boksörlerle antreman maçı yapmaya başladı. Profesyonel ilk çıkışını 1968’de 16 yaşında yaptı

2002 yılında Durán, The Ring dergisinin son 80 yılın en büyük beşinci dövüşçüsü olarak seçildi, tarihçi Bert Sugar ise kendisini tüm zamanların en büyük sekizinci dövüşçüsü olarak değerlendirdi. Associated Press onu, 20. yüzyılın en iyi hafif sikleti olarak seçti, birçok kişi onu tüm zamanların en büyük hafifliği olarak kabul etti. Durán nihayet Ocak 2002’de, Ekim 2001’de yaptığı bir araba kazasının ardından, daha önce 1998’de emekliliğinin ardından, 50 yaşında emekli oldu. 119 dövüş, 103 galibiyet ve 70 nakavtı vardır. 1982’de Wilfred Benítez ile olan mücadelesine kadar efsanevi boks antrenörü Ray Arcel tarafından eğitildi.

Hands of Stone (Taş Eller) Filmi

Hands of Stone (Taş Eller) Filmi, Panamalı eski profesyonel boksör Roberto Durán’ın kariyeri hakkında 2016 Amerikan yapımı biyografik spor filmidir. Jonathan Jakubowicz, filmin senaristi ve yönetmenidir. Oyuncular: Édgar Ramírez, Robert De Niro, Usher, Ruben Blades, Pedro "Budu" Pérez, Ellen Barkin, Ana de Armas, Oscar Jaenada ve John Turturro.

Film 16 Mayıs 2016’da Cannes’te gösterildi ve on beş dakika ayakta alkışlandı. Film, 26 Ağustos 2016’da The Weinstein Company tarafından yayınlandı.

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın

Aytaç Arman 1942 – 2019

Aytaç Arman

Aytaç Arman (gerçek adı Veysel İnce, 22 Haziran 1949, Adana – 26 Şubat 2019, İstanbul), 1949’da Adana’da doğdu. Erkek sanat enstitüsünden mezun olduktan sonra girdiği Ankara Devlet Mimarlık Ve Mühendislik Akademisi’nde okurken; 1969’da "Ekstra Ekspres" gazetesinin açtığı şikeli artist yarışmasında (yarışmanın birincileri önceden belirlenmişti) erkek adaylar arasında ikinci seçildi.

1971 yılında Ses dergisinin açtığı ciddi "Kapak Yıldızı Yarışması"nda, erkeklerde Tarık Akan’ın ardından ikinci seçilerek sinema oyunculuğuna ikinci sınıf rollerle başladı. Hemşehrisi Yılmaz Güney’in "Baba" filminde oynayarak dikkat çekti.

Kısa sürede başrol oyunculuğuna yükseldi. Sinemada ilk ödülünü 1981’de senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı "Düşman" adlı filmle Sinema Yazarları Derneği’nin "En İyi Erkek Oyuncu Ödülü"ne layık görüldü. Sinema kariyerinde, sıradan filmler yanında, dikkat çeken, festivallerde ödüller alan filmlerde rol aldı.

Aytaç Arman

1974 Antalya Altın Portakal Film Yarışması’nda "En İyi İkinci Film Ödülü"ne lâyık görülen Süreyya Duru’nun yönettiği ve Bekir Yıldız’ın öyküsünden sinemaya uyarlanan "Bedrana" adlı filmde Perihan Savaş’la paylaştı. 1977 yılında baş rolünü Semra Özdamar’la paylaştığı; Süreyya Duru’nun yönettiği "Kara Çarşaflı Gelin" 14’üncü Antalya Altın Portakal Film Yarışması’nda "En İyi Film Ödülü" kazandı. 1988 Antalya Altın Portakal Film Yarışması’nda, baş rolünü oynadığı, Ömer Kavur’un "Gece Yolculuğu", "En İyi Film Ödülü"nü alırken, Aytaç Arman da "En İyi Erkek Oyuncu Ödülü"nü aldı. Bunları, sinema kariyerinde aldığı diğer ödüller takip etti. İlerleyen yıllarda oyunculuğunu, sinemanın yanında televizyon oyunculuğu ile sürdürdü.

Aytaç Arman 26 Şubat 2019’da kanser tedavisi gördüğü İstanbul’da 69 yaşında hayatını kaybetti.

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın

Li Ching-Yuen – 256 Yıl Yaşadığı İddia Edilen Çinli Adam (1677-1933)

Li Ching-Yuen veya Li Ching-Yun, Çinli herbalist, savaş sanatçısı, stratejist. 1736’da doğduğunu iddia etmiş, bu tarihin 1677 olduğu da iddia edilmiştir. 197 veya 256 yıl yaşadığı öne sürülmüştür. Bu iddianın doğruluğu halinde şu ana kadar kesin olarak tespit edilen en uzun süreli yaşamış olan Fransız kadın Jeanne Calment’dan 122 yıl ve 164 gün daha fazla yaşamış olması gerekmektedir.

Çin’in Szechuan eyaletindeki Qi Jiang Xian’da 1677’de doğduğu varsayılmaktadır. Onun anlatımına göre doğduğu yıl 1736’dır. University of Chengdu üniversitesinden Professör Wu Chung-chieh’in İmparatorluk Çin hükümetinin kayıtları üzerinde yaptığı araştırmaya göre 1827’de kendisinin 150.yıl doğum günü kutlanmıştır. 1928’de New York Times’ın muhabirinin mülakatına göre yaşlı adamın komşularından olan pek çok yaşlı büyükbabalarının çocukluklarından beri Li’yi tanımakta ve çocuklukları sırasında Li’nin yetişkin biri olduğunu aktarmışlardır. Herbalist olarak çalışmış olan Li diğer Çin bitkileriyle birlikte yabani Reişi mantarı, Goji meyvesi, yabani Ginseng, he shou wu ve gotu kola kullanımını önermiştir.

1749 yılında, 71 yaşındayken Çin ordusuna dövüş sanatı eğitmeni olarak katıldı.

Söylentilere göre 23 evlilik yaptı ve 200’ün üzerinde çocuğu vardı.

Li’nin öğrencilerinden birinin iddiasına göre, Li bir keresinde kendisine Qigong (Çigong) egzersizlerini ve insan ömrünü normal sınırların çok ötesine taşımayı sağlayan yöntemlerini öğreten tam 500 yaşında bir adamla tanışmış.

Li’nin diğer önemli sırrı da iç huzurunu nefes teknikleriyle korumakmış. Hatta kendisi de asıl önemli olanın bu huzurlu ruh hâli olduğunu belirtiyormuş.

Uzun Yaşamın Sırrı

Time ‘ın 15 Mayıs 1933 tarihli sayısındaki "Tortoise-Pigeon-Dog" başlıklı makalede Li’nin kendisine uzun yaşamasının sırrı sorulduğunda verdiği yanıtlar şu şekilde sıralanmıştır:

  • Dingin zihin
  • Kaplumbağa gibi oturmak
  • Bir güvercin gibi neşeli yürümek
  • Bir köpek gibi uyumak

Li, bu sözleri, kendisinin çok uzun süren hayatının sırrını öğrenmek için kendisini evinde misafir eden, savaş lordu Wu Pei-Fu’ya söylemiş.

Li Ching-Yuen, Çin’in Szechuan eyaletinde 6 Mayıs 1933 tarihinde vefat etmiştir. Ölüm döşeğinde son sözleri "Bu dünyada yapmam gereken her şeyi yaptım." olmuş.

Kaynak:
Li Ching-Yuen – Vikipedi
256 Yıl Yaşadığı İddia Edilen, Mucizevî Bir Çinli Adam: Li Ching-Yuen

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın

Ayşen Gruda – Domates Güzeli

Domates Güzeli

Ayşen Gruda (Ayşen Erman) (22 Ağustos 1944 İstanbul) Türk tiyatro ve sinema oyuncusudur. Domates güzeli lakabıyla tanınmıştır. Yeşilçam’ın birçok komedi filminde Şener Şen, Kemâl Sunal ve İlyas Salman gibi önemli isimler ile rol almıştır. Ayben Erman ve Ayten Erman’ın kardeşidir.

Hayatı

Ayşen Gruda, 30 Kasım 1944 tarihinde Erman Ailesi’nin ortanca kızı olarak İstanbul, Yeşilköy’de Osmanlı zamanında karargâh olarak kullanılan bir köşkte doğdu. Babası kara tren makinistiydi. Komedi yeteneği, çocuk yaşta Yeşilköy’deki evlerinde Ermeni komşularının taklidini yaparken ailesi tarafından keşfedildi. Lise ikiye giderken babası vefat etti. Geçim sıkıntısı yüzünden okulu bırakıp çalışmaya başladı. Kardeşi Ayben Erman ve ablası Ayten Erman da kendisi gibi oyuncu olacaktı. Televizyon için yaptığı skeçlerden birinde canlandırdığı “Domates Güzeli Nahide Şerbet” karakterinden sonra lakabı “Domates Güzeli” olarak kaldı.

Ayşen Gruda, Tevfik Bilge’nin turne tiyatrosunda profesyonel oyunculuğa başladı. İlk rolü 1962 yılında “Kongre Eğleniyor” adlı vodvilde küçük bir hizmetçi rolü idi. 1977 yılında 16 senelik tiyatro hayatından sonra televizyonda bir eğlence programı içinde yayınlanan skeçte canlandırdığı “Domates Güzeli Nahide Şerbet” karakterinden sonra herkes tarafından tanındı.

Ayşen Gruda, Ankara Meydan Sahnesi’nde tiyatro oyuncusu Yılmaz Gruda ile tanışıp evlendi. Kızları Elvan doğunca Ayşen Gruda bir süre tiyatroya ara verdi. Bu evlilik 11 yıl sürdü. Ayşen Gruda, Yılmaz Gruda’dan boşandıktan sonra da soyadını kullanmayı sürdürdü.

Ayşen Gruda daha sonra yakın dostu Adile Naşit’le birlikte, Ertem Eğilmez filmlerinin çekirdek kadrosunda yer aldı.

Ayşen Gruda, “Mum Söndü”, “Deve Kuşu Kabare”, “Hababam Sınıfı Müzikali”, “Yedi Kocalı Hürmüz” gibi ve müzikallerde yer aldı. Tiyatronun yanı sıra da birçok televizyon programında skeçlerde ve dizilerde oyunculuk yaptı. Sinemada “Tosun Paşa”, “Süt Kardeşler”, “Şabanoğlu Şaban”, “Hababam Sınıfı”, “Neşeli Günler” gibi birçok klasikleşmiş Türk sineması örneklerinde oynadı 2014 yılında senaristliğini ve yönetmenliğini Cem Yılmaz’ın yaptığı “Pek Yakında” adlı sinema filminde Cem Yılmaz, Ozan Güven, Zafer Algöz, Özkan Uğur, Çağlar Çorumlu, Şirincan Çakıroğlu, Tülin Özen ile birlikte rol aldı.

Türk Sineması’nın usta oyuncuları arasında gösterilen 74 yaşındaki Ayşen Gruda, 14 Aralık 2018 Cuma günü aniden fenalaşarak Kağıthane’de yer alan özel bir hastanenin yoğun bakım ünitesine kaldırıldı. Yoğun bakım ünitesinde tedavisi devam ediyor.

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın

İstiklal Marşı ve Mehmet Akif Ersoy

İstiklal Marşı
Osmanlı alfabesiyle yazılmış İstiklal Marşı

Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin milli marşıdır. Mehmet Âkif Ersoy tarafından kaleme alınan eser, 12 Mart 1921’de Birinci TBMM tarafından “İstiklâl Marşı” olarak kabul edilmiştir.

Türk Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, İstiklâl Harbi’nin milli bir ruh içerisinde kazanılması imkânını sağlamak amacıyla Maarif Vekaleti, 1921’de bir güfte yarışması düzenlemiş, söz konusu yarışmaya toplam 724 şiir katılmıştır. Kazanan güfteye para ödülü konduğu için önce yarışmaya katılmak istemeyen Burdur milletvekili Mehmet Âkif Ersoy, Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin ısrarı üzerine, Ankara’daki Taceddin Dergahı’nda yazdığı ve İstiklal Harbi’ni verecek olan Türk Ordusu’na hitap ettiği şiirini yarışmaya koymuştur. Yapılan elemeler sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda, bazı mebusların itirazlarına rağmen Mehmet Âkif’in yazdığı İstiklal Marşı coşkulu alkışlarla kabul edilmiştir. Mecliste İstiklâl Marşı’nı okuyan ilk kişi dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver olmuştur.

Mehmet Âkif Ersoy İstiklâl Marşı’nı, şiirlerini topladığı Safahat’ına dahil etmemiş ve İstiklâl Marşı’nın Türk Milleti’nin eseri olduğunu beyan etmiştir.

Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 besteci katılmış, 1924 yılında Ankara’da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay’ın bestesini kabul etmiştir. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930’da değiştirilerek, dönemin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör’ün 1922’de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe konmuş, toplamda dokuz dörtlük ve bir beşlikten oluşan marşın armonilemesini Edgar Manas, bando düzenlemesini de İhsan Servet Künçer yapmıştır. Üngör’ün yakın dostu Cemal Reşit Rey’le yapılmış olan bir röportajda da kendisinin belirttiğine göre aslında başka bir güfte üzerine yapılmıştır ve İstiklal Marşı olması düşünülerek bestelenmemiştir. Söz ve melodide yer yer görülen uyum (Prozodi) eksikliğinin esas sebebi de (Örneğin “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısrası ezgili okunduğunda “şafaklarda” sözcüğü iki müzikal cümle arasında bölünmüştür) budur. Protokol gereği, sadece ilk iki dörtlük beste eşliğinde İstiklâl Marşı olarak söylenmektedir.

Mehmet Âkif Ersoy
Mehmet Âkif Ersoy

Mehmet Âkif Ersoy (Doğum adı: Mehmet Ragif, 20 Aralık 1873 – 27 Aralık 1936), baba tarafından Arnavut, anne tarafından Özbek asıllı olan Cumhuriyet Dönemi şairi, veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur’an mütercimi, yüzücü ve milletvekilidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal marşı olan İstiklâl Marşı’nın yazarıdır. “Vatan Şairi” ve “Milli Şair” unvanları ile anılır. Çanakkale Destanı, Bülbül, Safahat en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebil’ür-Reşad) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak 1. TBMM’de yer almıştır.

Doğumu ve çocukluk yılları

Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılının Aralık ayında İstanbul’da, Fatih ilçesinin Karagümrük semtinde Sarıgüzel mahallesinde dünyaya geldi. Nüfusa kaydı, babasının, onun doğumundan sonra imamlık yaptığı ve Âkif’in ilk çocukluk yıllarını geçirdiği Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde yapıldığı için nüfus kağıdında doğum yeri Bayramiç olarak görünür. Annesi Buhara’dan Anadolu’ya göç etmiş bir ailenin kızı olan Emine Şerif Hanım; babası ise Kosova’nın İpek kenti doğumlu, Fatih Camii medrese hocalarından Mehmet Tahir Efendi’dir. Mehmet Tahir Efendi, ona doğum tarihini belirten “Ragif” adını verdi. Babası vefatına kadar Ragif adını kullansa da bu isim yaygın olmadığı için arkadaşları ve annesi ona “Âkif” ismiyle seslendi, zamanla bu ismi benimsedi. Çocukluğunun büyük bölümü annesinin Fatih, Sarıgüzel’deki evinde geçti. Kendisinden küçük, Nuriye adında bir kız kardeşi vardır.

Öğrenim yılları

İlk öğrenimine Fatih’te Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde o zamanların adeti gereği 4 yıl, 4 ay, 4 günlükken başladı. 2 yıl sonra iptidai (ilkokul) bölümüne geçti ve babasından Arapça öğrenmeye başladı. Ortaöğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde başladı (1882). Bir yandan da Fatih Camii’nde Farsça derslerini takip etti. Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet Âkif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcada hep birinci oldu. Bu okulda onu en çok etkileyen kişi, dönemin “hürriyetperver” aydınlarından birisi olan Türkçe öğretmeni Hersekli Hoca Kadri Efendi idi.

Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi görmesini istiyordu ancak babasının desteği sonucu 1885’te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadisi’ne kaydoldu. 1888’de okulun yüksek kısmına devam etmekte iken babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması aileyi yoksulluğa düşürdü. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük bir ev yaptı, aile bu eve yerleşti. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Âkif, Mülkiye İdadisi’ni bıraktı. O yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi’ne (Tarım ve Veterinerlik Okulu) kaydoldu.

Dört yıllık bir okul olan Baytar Mektebi’nde bakteriyoloji öğretmeni Rıfat Hüsamettin Paşa pozitif bilim sevgisi kazanmasında etkili oldu. Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterdi; mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan’dan güreş öğrendi; başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı; şiire olan ilgisi okulun son iki yılında yoğunlaştı. Mektebin baytarlık bölümünü 1893 yılında birincilikle bitirdi.

Mezuniyetinden sonra Mehmet Âkif, Fransızcasını geliştirdi. 6 ay içinde Kur’an’ı ezberleyerek hâfız oldu. Hazine-i Fünun Dergisinde 1893 ve 1894’te birer gazeli, 1895’te ise Mektep Mecmuası’nda “Kur’an’a Hitab”, adlı şiiri yayınlandı, memuriyet hayatına başladı.

Memurluk yılları
Mehmet Akif Ersoy Müze Evi, Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara'da ikamet ettiği ve İstiklâl Marşı başta olmak üzere çok sayıda şiirini yazdığı müzeye dönüştürülmüş Ankara evidir.

Okulu bitirdikten hemen sonra Ziraat Bakanlığı’nda (Orman ve Maadin ve Ziraat Nezareti) memur olan Mehmet Âkif, memuriyet hayatını 1893–1913 yılları arasında sürdürdü. Bakanlıktaki ilk görevi veteriner müfettiş yardımcılığı idi. Görev merkezi İstanbul idi ancak memuriyetinin ilk dört yılında teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da bulundu. Bu sayede halkla yakın temas halinde olma imkânı buldu. Bir seyahati sırasında babasının doğum yeri olan İpek Kasabası’na gidip amcalarıyla tanıştı. 1898 yılında Tophane-i Âmire veznedârı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanım’la evlendi; bu evlilikten Cemile, Feride, Suadi, İbrahim Naim, Emin, Tahir adlı çocukları dünyaya geldi.

Mehmet Âkif, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli Gazete’de Servet-i Fünun Dergisi’nde şiirleri ve yazıları yayımlandı. İstanbul’da bulunduğu sırada bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi (1906)’nde kompozisyon (kitabet-i resmiye), sonra Çiftçilik Makinist Mektebi’nde (1907) Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı.

II. Meşrutiyet’in etkisi

II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Âkif, Umur-ı Baytariye Dairesi Müdür Muavini idi. Meşrutiyet’in ilanından 10 gün sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye yaptı. Ancak Mehmet Âkif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan “Cemiyetin bütün emirlerine, bilâkayd ü şart (kayıtsız şartsız) itaat edeceğim” cümlesinde geçen “kayıtsız şartsız” ifadesine karşı çıkmış, “sadece iyi ve doğru olanlarına’” şeklinde yemini değiştirtmişti. Cemiyetin Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı dersleri veren Âkif, Kasım 1908’de, Umur-i Baytariye Müdür Muavinliği görevini sürdürürken Darülfünun’da Edebiyat-i Osmaniye dersleri vermeye başladı.

II. Meşrutiyet’in Âkif’in hayatında en büyük etkisi, meşrutiyetle birlikte yayın dünyasına adım atması olmuştu. Daha önce bazı şiirleri ve yazıları birkaç gazetede yayımladıysa da eser yayımlamaya uzun süredir ara vermişti. Meşrutiyetin ilanından sonra, arkadaşı Eşref Edip ve Ebül’ula Mardin ‘in çıkardığı ve ilk sayısı 27 Ağustos 1908’de yayımlanan Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı oldu. İlk sayıda Fatih Camii şiiri yayımlandı. Ebül’ula Mardin ayrıldıktan sonra dergi, 8 Mart 1912’den itibaren Sebil’ür-Reşad adıyla çıkmaya devam etti. Âkif’in hemen hemen bütün şiir ve yazıları bu iki dergide yayımlandı. Gerek dergilerdeki yazılarında, gerekse İstanbul camilerinde verdiği vaazlarda Mısırlı bilgin Muhammed Abduh’un etkisiyle benimsediği İslam Birliği görüşünü yaymaya çalıştı.

1910 yılında gerçekleşen Arnavutluk İsyanı onu çok üzmüş ve arkasından gelecek kötü olayları sezmişti. Balkanlar’da artan düşmanlık duygularını ve doğabilecek isyanları önlemek için bir şeyler yapma arzusu duydu ancak Balkan Savaşı ile hüsrana uğradı. 1914’ün başında iki aylık bir seyahate çıkarak Mısır ve Medine’de bulundu. Mısır seyahati hatıralarını “El Uksur’da” adlı şiirinde anlattı.
1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin halkı edebiyat yoluyla aydınlatma amacı güden neşriyat şubesinde Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çalıştı. 2 Şubat 1913 günü Bayezid Camisi kürsüsünde, 7 Şubat 1913 günü Fatih Camisi kürsüsünde konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırdı.

Teşkilât-ı Mahsusa’ya girmesi

Balkan Savaşı’ndan sonra, ilk olarak Umur-i Baytariye görevinden (1913), sonra yayınlarının hükümetle uygun düşmemesi nedeniyle aldığı ikaz üzerine Darülfünun müderrisliği görevinden (1914) ayrıldı. Yalnızca Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’ndeki görevine devam etti. Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa’dan gelen teklif üzerine İslam birliği kurma gayesi güden Almanya’ya (Berlin’e ) Tunuslu Şeyh Salih Şerif ile birlikte gitti. (1914). İngilizlerle birlikte Osmanlı’ya karşı savaşırken Almanlar’a esir düşmüş Müslümanların kamplarında incelemelerde bulundu ve farkında olmadan Osmanlı’ya karşı savaşan bu Müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı. Fransız ordusundaki Müslümanlara yönelik yazdığı Arapça beyannameler cephelere uçaklardan atıldı. Almanya’da iken yazdığı Berlin Hatıraları adlı şiirini dönünce Sebilürreşad’da yayınladı.
İstanbul’a döndükten sonra 1916 başlarında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan’a gönderildi. Görevi, bu topraklardaki Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtan İngiliz propogandası ile mücadele etmek için “karşı propaganda” yapmaktı. Mehmet Âkif, Berlin’deyken heyecanla Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip etmişti. On dört ay süren savaşın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan’da iken aldı. Bu haber karşısında büyük coşku duydu ve Çanakkale Destanı’nı kaleme aldı. Arabistan dönüşünde iki ay Lübnan’da kalan Mehmet Âkif, “Necid Çölleri’nden Medine’ye” şiirinde bu seyahatini anlattı.

Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti’ne girmesi

Lübnan’da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın daveti ile 1918’de bu ülkeye giden Âkif, Lübnan’da iken Şeyhülislamlığa bağlı Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti başkatipliğine atandı. Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri, Said Nursi gibi isimlerin kurduğu ve Osmanlı Devleti ile diğer İslam ülkelerinde çıkacak dini meseleleri halletmek, İslam aleyhindeki gelişmelere yanıt vermek amacıyla kurulan bu örgütte çalışırken bir yandan da Said Halim Paşa’nın “İslamlaşmak” adlı eserini Fransızcadan Türkçeye çevirdi.

Bu dönemde Anadolu toprakları işgale uğramış; Türk halkı Kurtuluş Savaşı ‘nı başlatarak direnişe geçmişti. Bu harekete katılmak isteyen Âkif, Balıkesir’e giderek 6 Şubat 1920 günü Zağnos Paşa Camii’nde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında daha birçok yerde hutbe verdi, konuşmalar yaptı ve İstanbul’a döndü. Bu arada Sebilürreşad idarehanesi, Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçmiş olanlarla İstanbul’daki yakınlarının gizli haberleşme merkezi hâline gelmişti. Âkif, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi nedeniyle 1920’de Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye Cemiyeti’ndeki görevlerinden azledildi.

İstiklal Savaşı’na katılışı

İstanbul’da rahat hareket etme olanağı kalmayan Mehmet Âkif, görevinden azledilmeden az önce oğlu Emin’i yanına alarak Anadolu’ya geçti. Sebil’ür-Reşad’ı Ankara’da çıkarması için Mustafa Kemâl Paşa’dan davet gelmişti. TBMM’nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920 günü Ankara’ya vardı. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. Ankara’ya varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırdı.
Ankara’ya geldiği günlerde, Mustafa Kemâl Paşa Konya vali vekiline telgraf göndererek Âkif’in Burdur milletvekili seçilmesini sağlamasını istemişti. Haziran ayında Burdur’dan, Temmuz ayında ise Biga’dan mebus seçildiği haberi meclise ulaştı. Âkif, Burdur mebusluğunu tercih etti. Böylece 1920-1923 yılları arasında vekil olarak I. TBMM’de yer aldı. Meclis kayıtlarında adı “Burdur milletvekili ve İslam şairi” olarak geçmektedir.

Ankara’ya varır varmaz ona verilen ilk görev, Konya Ayaklanması’nı önlemek için halka öğütler vermek üzere Konya’ya gitmekti, büyük gayretine rağmen Konya’da kesin bir sonuca ulaşamadı ve Kastamonu’ya geçti. Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım ayında Kastamonu’daki Nasrullah Camisi’nde verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır’da basıldı ve tüm vilayetlere ve cephelere dağıtıldı.

Âkif, Anadolu’ya geçerken Eşref Edip’e de arkasından gelmesini söylemişti. Eşref Edip, Sebil’ür-Reşad Dergisi’nin klişesini de alıp İstanbul’dan ayrıldı. Son olarak 6 Mayıs 1921 günü derginin 463. sayısını yayımlamışlardı. Âkif derginin 464-466. sayılarını Eşref Ediple beraber Kastamonu’da yayımladı, 464. sayı o kadar ilgi gördü ki birkaç kere basılıp Anadolu’ya ve askere dağıtıldı. 467. sayıdan itibaren yayıma Ankara’da devam ettiler. Derginin etkisi o kadar büyüktü ki, yaydığı yoğun duyguların hâkimiyetindeki Türk halkları etkilenmesinden korkan Rusya, gazetenin ülkeye girişini yasakladı.

1921’de Ankara’da Taceddin Dergahı’na yerleşen Mehmet Âkif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevine devam etmekteydi. O dönemde Yunanlıların Ankara’ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri’ye taşımak için hazırlık vardı. Bunun bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Âkif, Ankara’da kalınmasını, Sakarya’da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerdi; teklifi tartışılıp kabul edildi.

İstiklâl Marşı’nı yazması

Aynı dönemde Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in ricası üzerine arkadaşı Hasan Basri Bey kendisini ulusal marş yarışmasına katılmaya ikna etti. Konulan 500 liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddettiği bu yarışmaya, o güne kadar gönderilen şiirlerin hiç biri yeterli bulunmamıştı ve en güzel şiiri Mehmet Âkif’in yazacağı kanısı mecliste hâkimdi. Mehmet Âkif’in yarışmaya katılmayı kabul etmesi üzerine kimi şairler şiirlerini yarışmadan çektiler. Şairin orduya ithaf ettiği İstiklâl Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlandı. Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17.45’te ulusal marş olarak kabul edildi. Âkif, ödül olarak verilen 500 lirayı Hilal-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışladı.

Mısır yılları

İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Âkif, 1923 yılında Ankara’dan İstanbul’a döndü. Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine kışı geçirmek için Mısır’a gitti. Gitmeden önce Kur’an’ı Türkçeye tercüme etmek için Diyanet İşleri ile anlaşma imzaladı. Kendisine teklif edilen bu görevi başlangıçta reddetmişti çünkü kendi eserlerini yazmak, milli mücadele destanını yaratmak istiyordu ancak bu çeviriyi yapabilecek tek adam olarak görüldüğünden kabul etmesi için çok yoğun ısrar vardı ve kabul etmek zorunda kaldı. Birkaç sene yazları İstanbul’da, kışları Mısır’da geçirdi. 1926 kışından sonra Mısır’dan dönmedi. Kahire yakınlarındaki Hilvan’a yerleşti. Burada adeta inzivaya çekilerek Kur’an tercümesi üzerinde çalışmayı sürdürdü ancak 6-7 sene üzerinde çalıştıktan sonra sonuçtan memnun kalmadı ve bu sorumluluktan kurtulmak istedi. Sonunda 1932’de mukaveleyi fesh etti. Diyanet İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi’ye verdi. Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgat’lı İhsan’a teslim etti ve ölür de gelmezse yakmasını nasihat etti. Mehmet Âkif, Mısır yıllarında Kuran çevirisinin yanı sıra Türkçe dersleri vermekle meşgul olmuştu. Kahire’deki “Câmiat-ül Mısriyye” adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi (1925-1936).

Türkiye’ye dönüşü ve vefatı
Mehmet Âkif Ersoy'un cenazesi (28 Aralık 1936)

Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitti fakat Mısır’a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döndü. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Cenazesine resmi bir katılım olmadı ancak büyük bir üniversiteli genç topluluk katıldı. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı; 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mezarı, Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey’in mezarları arasındadır.
Mehmet Âkif’e 1 Haziran 1936 tarihi itibarı ile 478 lira 20 kuruş emekli maaşı bağlanmıştır. Bu maaş 1936 yılı Ekim ayından itibaren ödenmeye başlanmış, toplu olarak 2976 lira almıştır. Emekli cüzdanının son sayfasında ise “600 lira borç” ibaresi yazılıdır. Bu borç düştükten sonra ise kalan kısım ailesine verilmiş ve Mehmet Âkif bundan iki ay sonra vefat etmiştir.

Edebî hayatı ve Eserleri

Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebi’nde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri Kur’an’a Hitap başlığını taşır. 1908’den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri’ne“ başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa’nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklâl Marşı’nı yazarak İstiklâl Savaşı’nı anlatmıştır. “Sanat sanat içindir” görüşüne karşı çıkan Mehmet Âkif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemişti. Edebiyat dili olarak Millî Edebiyat akımına karşı çıktı ve edebiyatta batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile çatışmıştır.

Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri 8 kitaptan oluşmuştur. Şair, İstiklâl Marşı’nı Safahat’a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: “Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm.

    1. Kitap: Safahat (1911) – 44 manzume içerir. Siyasal olaylar, mistik duygular, dünyevi görevlerden bahsedilir.
    1. Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912) – Süleymaniye Camisi’ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim’in konuşturulduğu uzun bir bölümle devam eder.
    1. Kitap: Hakkın Sesleri (1913) – Topluma İslami mesajı yaymaya çalışan on manzumedir. Ateizme, ırkçılığa, umutsuzluğa çatılmaktadır.
    1. Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914) – Fatih Camisi’ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, vaizin uzun konuşması ile devam eder. Tembellik, irtica (gericilik), batı taklitçiliği eleştirilir.
    1. Kitap: Hatıralar (1917) – Âkif’in gezdiği yerdeki izlenimleri ve toplumsal felaketler karşısında Allah’a yakarışını içerir.
    1. Kitap: Asım (1924) – Hocazade ile Köse İmam arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış tek parça eserdir. Eğitim-öğretim, ırkçılık, savaş vurgunculuğu, batıcılık, gibi pek çok konudan bahseder.
    1. Kitap: Gölgeler (1933) – 1918-1933 arasında yazılmış 41 adet manzumeyi içerir. Herbiri, yazıldıkları dönemin izlerini taşır.
  1. Kitap: Safahat (Toplu Basım) (ilki 1943) – 6 Safahatı’ı bir araya getirir. 1943’teki toplu basımının sonuna Âkif’in hayattayken basılmamış şiirlerini içeren Damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından bir araya getirilmiş 16 manzumeden ibaret Son Safahat başlıklı bölüm eklenmiştir.

İstiklal Marşı 10 Kıta

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!

Kaynak:wikipedia

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın

Ivan Sidorenko – 500 Kişiyi Öldüren Sovyet Keskin Nişancı

Ivan Sidorenko

Ivan Mikhaylovich Sidorenko (12 Eylül 1919 Chantsovo, Smolensk – 19 Şubat 1994, Kizlyar ) Bilinen en iyi Sovyet keskin nişancılarından biridir. Onaylanmış olan 500 kadar asker veya subayı öldürmüştür. Savaştaki diğer birçok Sovyet keskin nişancısı gibi teleskobik görüş ile donatılmış Mosin-Nagant kullanmıştır.

1941 yılında Sidorenko topçu birliğinde ön yüzbaşı rütbesi ile Moskova Muharebesi’ne katıldı. Savaş devam ederken kendini keskin nişancılık konusunda geliştirdi. Kendini geliştirmesi ve bu geliştirmenin sonucun da elde ettiği yüksek başarı sayesinde komutanları tarafından diğer askerleri eğitmesine karar verildi. Sidorenko ilk olarak askerlere taktiksel dersler verdi daha sonrasında ise onları yavaş bir şekilde operasyonların içine aldı. Sonrasında Sidorenko 1. Baltık Cephesi’nde savaşan 1122. Alay’ın karargahına yardımcı komutan olarak atandı. Asıl görevi eğitim olmasına rağmen zaman zaman acemi askerlerin savaş tecrübesi kazanması için cepheye çıktı. Bunların birinde yangın çıkartan mermiler ile bir tane tank ile üç tane traktörü kullanılamaz hale getirdi. Bu keşif görevleri sırasında birkaç kez yaralandı ancak 1944’te Estonya’da aldığı yara onu savaş sonuna kadar hastanede kalmasına neden oldu. 4 Haziran 1944’te hala iyileşmeye çalışırken Sovyetler Birliği Kahramanı madalyasını aldı. Bu olaydan sonra keskin nişancı eğitmeni olması dolayısıyla üstleri tarafından bir daha direkt olarak cephede bulunması yasaklandı.

tb

Savaş sonunda 500 kadar düşman askeri öldürmüş ve 250’nin üzerinde keskin nişancı eğitmiştir. En sonunda binbaşı rütbesini kazanıp Sovyetler Birliği’nin en iyi keskin nişancılarından biri olarak tanındı.

II. Dünya Savaşı sona erdiğinde Sidorenko binbaşı olarak emekli oldu ve ardından bir kömür madeninde ustabaşı olarak çalışmaya başladı. 1974 tarihinde Dağıstan’a yerleşti.19 Şubat 1994’te Kizlyar’da (Dağıstan) hayatını kaybetti.

tb
Simo Häyhä – II. Dünya Savaşı’nın en ölümcül keskin nişancısı

Sidorenko’dan çok daha fazla insan öldürmüş bir keskin nişancı daha vardı: Simo Häyhä. Häyhä’nın yaklaşık 700 kişiyi öldürdüğü tahmin ediliyor, bu nedenle Sidorenko, Häyhä”nın ardından II. Dünya Savaşı’nın en ölümcül ikinci keskin nişancısı olabildi.

Simo Häyhä (17 Aralık 1905 – 1 Nisan 2002), Kızıl Ordu tarafından Beyaz Ölüm diye bilinen bir Fin keskin nişancısıdır. Kış Savaşı’nda modifiyeli bir Mosin-Nagant kullanarak bir savaşta onaylanmış en yüksek sayıda (505) düşman askeri öldürme rekoruna sahiptir. Ayrıca daha sonrasında hafif makineli bir tüfek olan 9 mm’lik Suomi ile 200 düşman askeri öldürerek teyit edilmiş toplam öldürülen asker sayısını 705’e çıkartmıştır ve bu sayıya 100 günden daha az bir sürede ulaşmıştır.

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın

Abdurrahman Kızılay 1938-2010

Abdurrahman Kızılay

Abdurrahman Kızılay, (1 Temmuz 1938, Kerkük – 12 Aralık 2010, Ankara), Kerküklü bir Türk Halk Müziği sanatçısı ve bestecisidir.

İlk ve orta öğrenimini Kerkük’te tamamlamış ve müzik eğitimi için Ankara’ya gelmiş ve Ankara Devlet Konservatuvarı Kontrbas Bölümü’nden mezun olmuştur. 1974’te Türk vatandaşlığına kabul edilmiştir. Ses sanatçısı, ud virtüözü ve söz yazarıdır. Türkiye’de “Altın Hızma Mülayim” adlı türküsü ile tanınmaktadır. Kerkük türkülerini tanıtırken aynı zamanda Kerkük bölgesinin ve Kerkük’teki Türk varlığının yaşadığı sıkıntıların da Türkiye’de duyulmasını sağlamıştır. Kerkük’te yaşananları Dünya çapında da duyurmaya çalışmıştır.

Asıl adı Abdurrahman Ömer İbrahim olan Kızılay’a uzun yıllar Kerkük Kızılayı’nda gönüllü olarak çalıştığı için Kızılay soyadı önerilmiş ve kendisi de bu soyadı kabul etmiştir. Hayatı boyunca Avrupa’daki birçok ülkede ve ABD’de konserler veren sanatçı son olarak da Türkmeneli Televizyonu’nda “Dost Bağının Bülbülleri” adıyla bir program hazırlamaktaydı. Sanatçı, 2002 yılında Mehmet Özbek ile ‘Mum Kimin Yanan/ Kerkük Türküleri’ adlı bir albüm yapmıştır. Abdurrahman Kızılay 12 Aralık 2010 tarihinde Ankara’da Özel 29 Mayıs Hastanesi’nde solunum yetmezliği nedeniyle tedavi görürken 72 yaşında vefat etmiştir.

Eserleri
  • Altın Hızma Mülayim
  • Evlerinin Önü Boyalı Direk (Derleme)
  • Dağlar Başın Alaydım
  • Baba Bugün Dağlar Yeşil Boyandı
  • Aynaya Baktım Saç Beyaz Olmuş
  • Esmerim Güzel Esmerim
  • Güler Oynarım
  • Yazmalı Gelin Yazmalı
  • Her Gün Akşam Olur
  • Altın Tabakta Bal Var

Altın Hızma Mülayim – Abdurrahman KIZILAY

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın

Hamdi Ulukaya – Chobani Yogurt Kurucusu ve Sahibi

Hamdi Ulukaya

Hamdi Ulukaya, iş adamı. Chobani yoğurt firmasının kurucusu ve sahibidir. 26 Ekim 1972 de Erzincan’ın İliç ilçesinde doğdu. Kürt asıllı Türk vatandaşı olup, ABD’de yaşayan girişimci ve işadamıdır. Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok satılan süzme yoğurt markası Chobani’nin sahibi, kurucusu, yönetim kurulu başkanı ve CEO’sudur.

Erzincan’in İliç ilçesinde süt besiciliği yapan bir aileye mensup olan Ulukaya, eğitiminin ilk dönemlerini Erzincan’da geçirdi. Ankara Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi eğitimi aldıktan sonra 1994’te İngilizce öğrenmek için ABD’ye gitti ve 1997 yılında University of Albany’de eğitim görmeye başladı.

2002’de babasının tavsiyesiyle küçük bir beyaz peynir fabrikası kurdu. Fakat asıl başarısını, 2005 yilinda, New York eyaletinin kuzeyinde, kapatılmış olan büyük bir yoğurt fabrikasını satın alarak girdiği büyük riske borçludur. Yoğurt işinde tecrübesi olmamasına rağmen bir imparatorluk haline getirdiği Chobani, beş yıldan kısa sürede yıllık satışlarını sıfırdan 1 milyar doların üzerine çıkararak 2011’de ABD’nin lider yoğurt markası oldu. ABD’de Yunan usulü olarak bilinen süzme yoğurdun rağbet görmesi sayesinde Yunan yoğurdunun ABD pazarındaki payı 2007’deki % 1 seviyesinden 2013’te % 50’nin üzerine çıktı. Uluslararası denetim ve danışmanlık firması Ernst & Young tarafından 2013’te “Dünyada Yılın Girişimcisi” ilan edilen Ulukaya, sahibi olduğu yoğurt imparatorluğunun başarısı ile milyarder oldu. Forbes’e göre serveti 2014 yılı itibarıyla 1,92 milyar dolardır.

Hamdi Ulukaya, 1972 yılında Erzincan ilinin İliç ilçesinde Kürt asıllı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Fırat Nehri kıyısında kendi sahip oldukları ve işlettikleri bir çiftlikte koyun ve keçi besiciliği yaparak peynir ve yoğurt üreten ailesi, sürüleri yaylalarda otlatmak için mevsimi takip ederek, göçebe bir yaşam sürdürmekteydi. Ulukaya işte bu göçlerden birinde, bir yaylada dünyaya gözlerini açtığı için kesin doğum tarihi bilinemiyor.

Ulukaya, Ankara Üniversitesi’nde siyasi bilimler eğitimi gördükten sonra 1994’te, New York, Long Island Adelphi Üniversitesi’nde İngilizce öğrenmek üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. 1997’de eyaletin kuzeyine taşındı ve New York Eyalet Üniversitesi’nin Albany Yerleşkesine nakil yaptırarak bazı isletme kurslarına yazıldı.

New York eyaletinin kuzeyindeki bir çiftlikte işe girdikten sonra, ziyaretine gelen babası, o bölgede satılan beyaz peynirin kalitesini beğenmeyince, oğlu Hamdi’yi Türkiye’de kendi ürettikleri beyaz peyniri ABD’ye ihraç etmeye razı etti. Türkiye’den gelen peynir ABD’de beğenilince, Ulukaya 2002 yılında New York, Johnston’da Euphrates (Fırat) adını verdiği, kendine ait küçük bir toptan beyaz peynir imalathanesi açtı. Tesis iki yılın sonunda ancak kendini kurtaracak hale gelebildi. Ulukaya bu dönemi “O iki yılda hayatımın en zor günlerini geçirdim” diye hatırlıyor.

Chobani Kuruluş ve gelişme

2005 ilkbaharında Ulukaya e-posta kutusuna gelen spam mesajları ayıklarken, kendi beyaz peynir imalathanesinin 100 km kadar batısında New York, South Edmeston’da, tam teçhizatlı bir yoğurt fabrikasının satılığa çıkarılmış olduğunu gördü. 84 yıllık bu fabrika Kraft Foods tarafından kapatılmıştı. Ulukaya mesajı çöpe gönderdi ancak ertesi gün fabrikayı gezmeye gitti. Avukatı ve danışmanının “alma” demesine rağmen fabrikayı satın almaya karar verdi. Ödemeyi Küçük İşletmeler İdaresi’nden ve firmalara sağlanan yerel teşviklerden yararlanarak, beş ay içinde tamamlayan Ulukaya, yeni şirketinin adını önce Agro Farma koydu ve eski Kraft çalışanlarından birkaçını işe alarak, öncelikle terk edilmiş fabrikanın boya ve tamirat işlerine giriştiler.

Amerikan usulü yoğurdu fazla şekerli, sulu ve yapay bulan Ulukaya, Türkiye’de her gün yiyerek büyüdüğü koyu süzme yoğurdu üretmeyi tercih etti. Amacı ABD pazarı için kaliteli, lezzetli, doğal ve uygun fiyatlı bir süzme yoğurt yaratmaktı. Yoğurt ustası Mustafa Doğan’ı Türkiye’den getirterek, yeni yoğurdu mükemmel hale getirmek için neredeyse iki yıl uğraştılar. Farklı sıcaklık ve sürelerde çeşitli mayalarla yüzlerce deneme yaptıktan sonra istedikleri lezzet, kıvam ve doğal raf ömrüne sahip bir yoğurt elde etmeyi başardılar.

Üretiminde kullanılan kesilmiş sütün suyu ayrıştırılan süzme yoğurt veya ABD’deki adıyla “Yunan yoğurdu”; çok daha koyu, daha kaymaklı, daha ekşi ve proteinden yana daha zengindir. Bu yoğurdu elde etmek için Ulukaya’ya yoğurt ayrıştırıcısı denilen milyon dolarlık ticari bir makine lazımdı. Amerikan usulü yoğurt yapan Kraft fabrikasında bu makineden yoktu. Ulukaya Wisconsin’de kullanılmış bir makine buldu ve bunu pazarlıkla 50 bin dolara satın aldı. Ayrıştırıcıyı getirmeye giderken, yolda bir anda çoban kelimesinden türeme “Chobani” markası aklına geldi.

Ulukaya, Chobani yoğurdunu koruyucu madde, yapay tatlandırıcı, yapay renklendirici veya jelatin kullanmadan ve sadece büyüme hormonu verilmeyen ineklerden sağılan sütleri kullanarak üretti. Reklama ayıracak bütçesi olmadığı için para ve zaman yatırımını ürünün ambalajına yaptı. Kâse şeklinde yeni bir ambalaj geliştirerek, markasının tasarım ve renkleriyle diğer yoğurtlardan farklı görünmesini sağladı. Chobani yoğurdu ilk etapta; sade, vanilyalı, çilekli, şeftalili ve yabanmersinli çeşitleriyle piyasaya sürüldü.

Piyasaya çıkış

Ulukaya, Chobani yoğurtlarını herkesin satın alabilmesini istiyordu. Bu nedenle, ürünün pazarlanmasında butik dükkanlardan ziyade büyük marketlerin ve ülke genelinde yaygın zincir marketlerin süt ürünü reyonlarını hedef alarak, markanın hızla büyümesini ve tüketiciler tarafından benimsenmesini kolaylaştırdı.

2007 Ekim ayında, birkaç yüz kâselik ilk Chobani sevkiyatı, Long Island’daki bir bakkala yapıldı. Bakkal ertesi hafta tekrar sipariş verdi.

Ulukaya’nın başlangıçtaki ticari yaklaşımı, büyük şirketlerin kullanmadığı stratejiler içeriyordu. Yeni kurduğu şirketi, marketlere raf kirası ödeyecek durumda değildi. Dolayısıyla Ulukaya, ürününü raflara koyabilmek için marketlere nakit yerine yoğurt ile ödeme yaptı. Ayrıca, yoğurdu satıldıkça raf kirasını zaman içinde ödeme imkanını da pazarlığa dahil etti. Marketlerde yoğurdunu müşterilere tattırarak, beğenenlerin hemen satın almasını sağladı. Yoğurdu beğenen müşterilerden olumlu telefonlar gelmeye başlayınca, geleneksel pazarlamaya ayıracak bütçesi olmayan Ulukaya, küçük ekibine; blogger’lar, Facebook, Twitter gibi sosyal medya araçlarıyla tüketicilerle sürekli ve doğrudan iletişim halinde olma talimatı verdi. 2010’da CHOmobile adını verdiği bir tadım kamyonuyla ABD’nin dört bir yanında festival, resmigeçit ve yoğunlukla ailelerin katıldığı diğer etkinliklerde bedava yoğurt dağıttı. İlk yıl, tadım kamyonundan 150 bin adet Chobani yoğurdu dağıtıldı.

2009’da Stop & Shop ve ShopRite zincir marketleri, Chobani yoğurdu satmaya başladı. 2009’un ortalarında, haftada 200 bin kâse Chobani yoğurdu satılıyordu. Aynı yıl, indirimli mağaza zincirlerinden BJ’s Wholesale Club ve Costco‘nun da Chobani satmaya başlamasıyla büyük bir atılım gerçekleşmiş oldu.

Büyüme

2009’da BJ’s ve Costco’nun da Chobani satmaya başlamasının ardından şirketin satışları 2013’e kadar her yıl ikiye katlandı. Avustralya ve Asya pazarlarına göz diken Ulukaya, 2011’de Melbourne’lu süt ürünleri üreticisi Bead Foods’u satın alarak Chobani yoğurdunu Avustralya’da üretmeye ve satmaya başladı. 2012 ortalarında 88,5 milyon dolarlık bir büyüme projesi başlatarak New York eyaletinin kuzeyindeki tesisinin bitişiğinde yaklaşık 40 hektarlık bir arazi satın alarak burada 7,5 dönümlük bir ek tesis inşa etti. Büyüme finansmanının 1,5 milyon dolarlık kısmı New York eyaletinin hibelerinden karşılandı.

Süzme yoğurt veya Yunan yoğurdunun her kâsesinde normal yoğurda oranla üç katı süt kullanıldığından, Chobani’nin sürekli genişleyen pazarıyla ve sürekli artan süt talebiyle başa çıkabilmek için şirket 450 milyon dolarlık bir yatırımla 2012 Aralık ayında ABD’nin Idaho eyaletindeki Twin Falls’da dünyanın en büyük yoğurt fabrikasını açtı.

2012’de 1 milyar dolardan fazla satış yapan Chobani aynı yıl dünyanın lider yoğurt markası oldu. Ulukaya bu başarısıyla 2012 başlarında dünyadaki milyarderler arasına katıldı. Serveti 2015 yılı itibarıyla 2,00 milyar dolardır.

Ulukaya 2010 yılında çocuklar için tasarlanmış yoğurt olan Chobani Champions ile başlayarak markasına yeni ürünler eklemeye yöneldi. 2013’te küçük kâselerde yer alan çikolatalı Chobani Bite; üzerine dökülecek malzemelerin kâsenin ayrı bir bölmesinde sunulduğu Chobani Flip ve sadece doğal bileşenlerden imal edilen ilk ve tek 100 kalorilik Yunan yoğurdu olarak pazarlanan Chobani Simply 100 takip etti. Ulukaya 2014’te Yunan yoğurdu, kırık yulaf ve meyve karışımı olan Chobani Oats’u; kavunlusu ve pembe greyfurtlusu da olan sezon çeşitlerini; tatlı yerine sağlıklı alternatif Chobani Indulgent’ı; ocakta ve fırında pişirmeye yönelik % 4 yağ içerikli sade Yunan yoğurdunu piyasaya çıkardı.

Ulukaya 2012’de Manhattan’ın önemli semtlerinden SoHo’da, perakende yoğurt kafesi Chobani SoHo’yu açtı. Bu kafede taze Chobani yoğurt çeşitleri ve gurme malzemeler kullanılarak hazırlanmış çeşitli sandviç, çorba ve kahve seçenekleri sunuluyor.

Ürünün Avustralya’da elde ettiği başarı üzerine Chobani 2014’te Singapur, Malezya ve Panama’dan başlayarak dağıtım alanına Asya ve Latin Amerika’yı da dahil etti. Karayipler’e yönelik planlarının da olduğunu duyuran şirket, büyümesini ve en yeni ürünlerinin tanıtımını finanse etme amacıyla Nisan 2014’te özel sermaye şirketi TPG ile 750 milyon dolarlık bir yatırım için anlaşma yaptı.

2016 yılının Mart ayında Chobani, yeni ve mevcut ürünlerine olan yoğun talebi karşılayabilecek üretim kapasitesine ulaşma hedefiyle; Idaho, Twin Falls’daki tesisine 100 milyon dolar yatırım yapacağını duyurdu. Yeni yatırımla; Chobani’nin en hızlı büyüyen yoğurt ürünü “Flip” için üç adet üretim hattı ile ve Chobani Meze Dip’leri ve yoğurttan yapılan içecek çeşitleri için de yeni teçhizat satın alacağını açıkladı.

La Colombe Coffee Roasters kahve markası

2015 ortalarında Ulukaya, nispeten yeni bir pazar olan lüks kahve pazarında diğer kahve markalarıyla rekabet halinde olan La Colombe Coffee Roasters’ın çoğunluk hissesine sahip oldu. Chobani SoHo Café’yi açtıktan sonra düzinelerle kahve deneyen Ulukaya nihayet kafesi için aradığı kahvenin La Colombe Coffee Roasters olduğuna karar verdi. La Colombe’un yönetiminde herhangi bir görev almayacağını belirten Ulukaya yönetim kuruluna bile katılmayacağını ifade etti.

Hayır işleri

2014’te Ulukaya Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğine 2 milyon dolar bağışlamayı taahhüt etti. Niyeti Irak ve Suriye’de zulüm gören insanlara acil yardım sağlamak ve dünya genelinde hayırsever kişi ve kuruluşların mültecilere nasıl yardımcı olabileceklerini araştırmaktı.

Mayıs 2015’te Ulukaya servetinin çoğunu, dünyanın her yerindeki mültecilere bağışlayacağını ilan etti. Bağışin taahhütünü Warren Buffet ile Bill Gates tarafından kurulan The Giving Pledge kampanyası çerçevesinde yaptı. The Giving Pledge kampanyası milyarderlerin servetlerinin en az yarısını ya hayattayken ya da vasiyetnamelerinde bağışlamalarını istiyor.

Ulukaya çoğunluğu Suriyeli olan mültecilerin durumunu bizzat görmek için Eylül 2015’te Yunanistan’ın Midilli adasına gitti.

2015’te mültecilere yardım için Tent (Çadır) adlı bir vakıf kuran Ulukaya, mülteci krizinin çözümüne daha yenilikçi yöntemler getirmek, bilgi ve tecrübelerini mültecilere yardım için devreye sokmak ve mültecilere iş verme olanaklarını araştırmak için daha fazla sayıda şirket ve girişimcinin kolları sıvadığını görmek istediğini belirtti. Ulukaya New York eyaletinin kuzeyindeki ve Idaho eyaletinin Twin Falls kentindeki Chobani fabrikalarında Asyalı, Afrikalı ve Orta Doğulu mültecilere bir süredir iş veriyor.
Ulukaya 2016’te Dünya Ekonomi Forumu’nun İsviçre, Davos’taki toplantısına katılarak mültecilere yardım amaçlı yeni girişimler başlattı; siyasi liderlere ve iş dünyasının liderlerine daha fazla gayret göstermeleri için çağrıda bulundu.

29 Eylül 2015’te New York’ta Clinton Küresel Girişimi’nin toplantısında bir konuşma yapan Ulukaya, iş dünyasının mensuplarını yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda bırakılmış insanların acılarını hafifletmek için “sadece çek yazmaktan” daha fazlasını yapmaya çağırdı.

Hamdi Ulukaya’nın kurucusu olduğu Tent Foundation (Çadır Vakfı), Amerikan Dışişleri Bakanlığı tarafından Mülteciler için İş Birliği inisiyatifinin yönetilmesi ile görevlendirildi. Tent Foundation’un getirildiği görev, Beyaz Saray tarafından ABD Başkanı Obama’nın ortaklaşa ev sahipliği yaptığı Küresel Mülteci Krizi hakkındaki 20 Eylül 2016 tarihindeki Liderler Zirvesi öncesinde açıklandı. İnisiyatif, ABD Başkanı Obama’nın özel şirketlere ellerini taşın altına koymaları ve mültecilere yardım etmeleri için yaptığı Eylem Çağrısı’nın ardından Haziran ayında kurulmuştu. ABD Dışişleri Bakanlığı himayesinde kurulan Mülteciler için İş Birliği inisiyatifi çatısı altında Amerikan ekonomisi içerisinde faaliyet gösteren aralarında Facebook, Google, Citi, Coursera, IBM, HP, Microsoft, Twitter ve UBER gibi devlerin de bulunduğu 51 şirketi harekete geçti. New York’ta yapılan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 71. dönem görüşmelerine paralel olarak, Ulukaya ayrica Amerikan Baskani Barack Obama ile bir yuvarlak masa toplantısında biraraya geldi. Toplantida, 20 büyük şirketin CEO’su ile ABD Baskan Yardimcisi Joe Biden, Ticaret Bakanı Penny Pritzker, ABD Birleşmiş Milletler Elçisi Samantha Power ve George Clooney ve avukat eşi Amal Clooney de yer aldı. Ulukaya, New York’ta gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 71. dönem görüşmeleri kapsamında ayrıca Mülteci ve Göçmenler Zirvesi’nde bir konuşma yaptı.

Etki ve danışmanlıklar

Ulukaya hem girişimcilikteki başarısı hem de sadece doğal malzemeler kullanarak fiyatı uygun, lezzetli ve besleyici gıdalar üretmeye gönül vermişliği ile tanınıyor. Almış olduğu birçok girişimcilik ödülüne ek olarak Nisan 2014’te ABD Başkanı Barack Obama tarafından Küresel Girişimcilik için ABD Başkanlık Büyükelçileri (PAGE) Girişiminin başlangıç üyelerinden biri olarak atandı. Söz konusu üyeler, ABD’de ve ABD dışında girişimciliği desteklemek ve teşvik etmek için iş aleminden seçilen 11 liderden oluşuyor. Yine 2014’te Amerika Mutfak Enstitüsü, Ulukaya’yı Sağlık ve Zindelik kategorisinde Liderlik Ödülü (Augie Ödülü) ile onurlandırdı.

Ulukaya, New York Federal Reserve Bankasının Eyalet Kuzeyi Bölgesel Danışma Kurulu üyesi ve Kennedy Performans Sanatları Merkezi’nin kurumsal fon heyetinin başkan yardımcısıdır. Aynı zamanda, New York eyaletinin Edmeston kentindeki Pathfinder Köyü (Down sendromlular yerleşimi) Vakfı’nın ve New York Amerikan-Türk Derneği’nin kurul üyesidir. Amerika Mutfak Enstitüsü, Sage Yüksek Okulları, ve New York Albany Üniversitesi’nde mezuniyet törenlerinde konuşma yapmış ve Colgate Üniversitesi, Sage Yüksek Okulları ve Albany Üniversitesi tarafından kendisine onursal doktora derecesi verilmiştir.

Ulukaya, şirketinin kuruluşundan itibaren net kârının % 10’unu hayır işlerine ve olumlu, kalıcı değişiklikler getirme yolunda faaliyet gösteren kişi ve kuruluşlara verdi. Bu hayır işlerini yönetmek için 2010 yılında şirketinin hayırseverlik kolu olan ve artık adı Chobani Vakfı olan Chobani Shepherd’s Gift Foundation’ı (Çoban Armağanı Vakfı) kurdu.Vakfın bağışları arasında Somali’deki açlık sorununa yönelik yardım faaliyetlerine sağlanan büyük miktarda parasal destek ile Sing for Hope’un New York Kent Piyanoları projesinin maliyetinin üstlenilmesi de yer aldı.

Hamdi Ulukaya Suriye’deki iç savaşın yarattığı mültecilere ve dünyadaki tüm diğer mülteciler icin servetinin çoğunu bağışlamayı taahhüt etti.

Ödüller

Ulukaya’nın başarısı ve girişimciliği ona çeşitli ödül, unvan ve övgüler kazandırdı:

  • Fulton Kazası Ekonomik Gelişim Şirketinin Üstün Nitelikli Şirket Ödülü 2008
  • The Business Review dergisinin 40 Yaşın Altında Kırk Kişi Ödülü 2009
  • Amerikan Reklam Federasyonu’nun Başarılı Reklamcılar Galerisine kabul (2011)
  • Küçük İşletmeler İdaresinin Yılın Girişimcilik Başarısı Ödülü 2012
  • Ernst & Young ABD’de Yılın Girişimcisi Ödülü 2012
  • Tribeca Düzen Bozan Yenilik Ödülleri (2013)
  • Ernst & Young Dünyada Yılın Girişimcisi Ödülü 2013
  • Colgate Üniversitesinden Beşeri İlimler dalında Onursal Doktora derecesi (2013)
  • Sage Yüksek Okullarından Beşeri İlimler dalında Onursal Doktora derecesi (2013)
  • New York Albany Üniversitesinden Beşeri İlimler dalında Onursal Doktora derecesi (2014)
  • Amerika Mutfak Enstitüsü Sağlık ve Zindelikte Liderlik Ödülü 2014
  • Küresel Girişimcilik için ABD Başkanlık Büyükelçiliği ataması (2014)
  • Birleşmiş Milletler Vakfı Liderlik Ödülü (2015)
  • Kadınlar Mülteci Komitesi Liderlik Ödülü (2016)

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın

Kim Phuc (Vietnam – ABD Savaşındaki Çıplak Kız)

Kim Phuc, 1963 yılında, Saygon’un kuzeyinde bir köyde doğan Vietnam vatandaşı. 1972’de dünyanın gözünü Vietnam Savaşı’na çeviren ünlü fotoğraftaki kızdır. Adı Vietnamca Altın Mutluluk anlamına gelir.

Vietnam Hava Kuvvetleri tarafından atılan napalm bombasıyla köyü bombalanana kadar savaşa rağmen mutlu bir çocukluğu olmuştur. Bombardıman sonrası kaçarken iki kardeşi yanarak ölmüş, hayatta kalmayı başaran Kim, savaşın sembolü olmuştur.

Hayatı

Kim, köyü bombalandıktan sonra 14 ay hastanede kaldı. Vücudunun yarısından fazlasında üçüncü derecede yanık vardı ve doktorlar yaşayacağını sanmıyordu. Dayanılmaz acılar çekiyordu, çenesi ile göğsü birbirine kaynamıştı ve sol eli kemiğe kadar yanmıştı. Annesi başucundaydı, San Francisco’dan Dr. Mark Gorney küçük kızı kurtarmaya çalışıyordu. Doktor olmaya karar veren Kim iki yıl sonra köyüne döndü.

1982 yılında tıp eğitimi görürken, ‘fotoğraftaki kızı’ bulmak isteyen Hollandalı bir gazetecinin isteği üzerine Vietnam yetkilileri Kim’i buldu. Gazetecilerin ilgi odağı oldu, kısa zamanda bundan bunaldı. Vietnam hükümetinin isteğiyle tıp öğrenimini yarıda bıraktı. ‘Savaşın simgesi’ olarak hükümetin daha fazla işine yarayacaktı. Nihayet 1986’da, Vietnam yetkililerin gözetimi altında, Küba’da eğitimini sürdürmesine izin verildi. Ancak sağlık sorunları nedeniyle eğitimini tamamlayamadı. Küba’da tanıştığı Bui Huy Toan ile 1992’de evlendi.

2003 yılında Newfoundland, Gander’de, havaalanında yakıt almakta olan Moskova-Küba seferini yapan uçaktan inerek kocasıyla birlikte Kanada’ya sığınmak istediğini söyledi.

Kanada’da yaşayan Kim, özellikle savaş kurbanlarına hoşgörü, barış mesajları iletme misyonu üstlenmiştir. 1994’ten bu yana UNESCO iyi niyet elçisidir.

1977’de Chicago’da, daha sonra Kanada’da kurulan Kim Vakfı, çocuk savaş kurbanlarını iyileştirmek için hizmet vermektedir.

‘Vietnam – ABD savaşındaki çıplak kız’ ve fotoğrafçısı

Bombardıman sonrası sağ kalan çocuklar, elbiseleri, saçları, vücutları yanık içinde çığlıklar atarak kaçışırken, foto-muhabiri Nick Ut kendisine Pulitzer Ödülünü getirecek olan kareyi çekti.

Vietnam’da üç defa yaralanan fotoğrafçı Ut, daha sonra Tokyo, Güney Kore ve Hanoi’de Associated Press (AP) için çalışmaya devam etmiştir. Halen AP’nin Los Angeles bürosunda çalışmaktadır ve Kanada’da yaşayan Kim ile bağlantısını hiç kesmemiştir.

Kim çok kötü görünüyordu, öleceğini düşündüm.O gün, pek çok fotoğraf çekmiştim ve kasabadan ayrılmak üzereydim. Tam o sırada iki uçak gördüm. Her iki uçak da dörder tane napalm bombası attı. Beş dakika sonra yardım çığlıkları atan insanlar koşmaya, kaçmaya başladılar. Kim beni gördüğü anda, Vietnamca, Bana su verin, yanıyorum, kavruluyorum. diye bağırmaya başladı.Ona biraz su verdim ve yardım edeceğimi söyledim. Arabama alıp yaklaşık 15 kilometre ötedeki hastaneye götürdüm. Hastane ölen ya da ölmek üzere olan Vietnamlılarla, askerlerle doluydu. Kimse çocuklarla ilgilenmiyordu.Gazeteci olduğumu söyledim. Kim’in ölmesini istemediğimi haykırdım. Yardım ettiler.

Veteran’s Day (Gaziler Günü)

Kim Phuc, 11 Kasım 1996’da Washington DC’de Vietnam savaşından kurtulan askerlerle birlikte anma törenine katılmış ve orada bir konuşma yapmıştır:

Bugün burada sizlerle olmaktan çok mutluyum. Bana bu özel günde sizinle birlikte olma ve konuşma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Bildiğiniz gibi ben Napalm Ateşi’nden kaçan küçük kızım. Şimdi savaştan konuşacak değilim çünkü tarihi değiştiremem. Sizden sadece savaşın trajedisini hatırlamanızı ve bu sayede dünya üzerindeki kavgaları ve insanların birbirini öldürmelerini durdurmak için bir şeyler yapmanızı istiyorum.Maddi ve manevi olarak birçok acı yaşadim. Bazı zamanlar yaşayamayacağımı düşündüm fakat Tanrı beni kurtardı, bana inanma gücü ve umut verdi. Eğer bombaları atan pilotla yüz yüze konuşabilseydim, ona geçmişi değiştiremeyeceğimizi, fakat barışı yaymak için şimdi ve ileride iyi şeyler yapmamız gerektiğini söylerdim.

Yanıklarım yüzünden ne evlenebileceğimi ne de çocuk sahibi olabileceğimi düşünüyordum ama şimdi harika bir eşim, çok tatlı bir oğlum ve mutlu bir ailem var.Sevgili arkadaşlar, inanıyorum ki bir gün insanlar gerçek barış içinde yaşayacaklar, kavgalar ve düşmanlıklar olmayacak. Bütün milletlere barış ve mutluluk sağlamak için hep birlikte çalişmalıyız.Bu önemli günün bir parçası olmamı sağladığınız için sizlere çok teşekkürler.

,,

Kim konuşmasını yaptıktan sonra salondan sessizce ayrılıyordu ki, eline bir kâğıt sıkıştırıp göndereni işaret ettiler. Dönüp adama baktı. Adam orada öylece durmuş, eli ayağı titreyerek Kim’e bakıyordu. Elindeki notu okudu:

– Kim, o adam benim!

8 Haziran 1972 günü Vietnam’daki o mabede napalm atan uçağın pilotuydu John Plummer. Savaştan sonra yıllarca kendine gelememiş, ne yapacağını bilememiş, din adamı olmuş, ‘o küçük kızın’ resmini gazeteden kesip her an cüzdanında taşımıştı.

Kim bir an adama baktı, sonra kollarını açarak ona doğru koştu.

Bu hikâye basında ve internette yayıldıktan sonra John Plummer pek çok kişi tarafından hikâyeyi uydurmakla, fazla süslemekle veya bundan çıkar elde etmeye çalışmakla suçlanmıştır.

Vietnam savaşının simgesi ‘Napalm Kız’ İstanbul’da

Vietnam Savaşı’nın simgesi olan ve aynı zamanda Birleşmiş Milletler’de iyi niyet elçisi görev yapan Kim Phuc, Zülfü Livaneli’nin sanatta 50. yılı nedeniyle Sarıyer’de düzenlenen ‘Barış ve Özgürlüğe Adanmış Bir Yaşam’ sempozyumuna katıldı.

Vietnam’da 1963 yılından 1973 yılına kadar süren savaş sırasında atılan napalm bombalarından çırılçıplak kaçarken fotoğraflanmasıyla savaşın simgesi haline gelen ve ‘Napalm Kız’ lakabıyla bilinen Kim Phuc, İstanbul’a geldi.

Vietnam Savaşı’nın simgesi olan ve aynı zamanda Birleşmiş Milletler’de iyi niyet elçisi görev yapan Kim Phuc, Zülfü Livaneli’nin sanatta 50. yılı nedeniyle Sarıyer’de düzenlenen ‘Barış ve Özgürlüğe Adanmış Bir Yaşam’ sempozyumuna katıldı. 9 yayındayken 1972 yılında atılan ‘napalm bombası’ ile vücudunun büyük bölümü yanan ve savaşın karanlık yüzünü gözler önüne seren bu anın fotoğraflanmasıyla tanınan Kim Phuc, basın mensuplarının yoğun ilgisiyle karşılaştı. Bugün 53 yaşında olan ve Kanada’da yaşayan Kim Phuc, sempozyumdaki konuşmasında Beşiktaş’taki terör saldırısını öğrendiğinde çok büyük üzüntü yaşadığını belirtti. Phuc, Vietnam’daki savaşta yaşadıklarını, oradan nasıl kurtulduğunu ve özgürlük hikayesini anlattı.

​Kendisini tüm dünya tarafından tanınmasına neden olan o fotoğrafın bir sanat eserine dönüştüğünü ve aynı zamanda hayatını da değiştirdiğini belirten Phuc, "Ülkem Vietnam’da özgür değildim. Hükümetin savaş simgesiydim. Başarılı doktorlar sayesinde Napalm yanıklarından kurtuldum. 17 ameliyat geçirdim. Çok acı çektim, hala acı çıkıyorum. Hayatta kaldım. Ergin çağımda bir subay okuldan aldı ve beni proganda için kullandılar. Bana başka bir şans vermediler. Eğitimime ara verdim ve tekrar bir kurban haline getirildim" diye konuştu.

‘ÖFKE DUYACAĞIMA AFFETMEYİ SEÇTİM’

Kim Phuc, "Öfkeden nasıl kurtulacağımı, düşmanlarımı nasıl affedeceğimi öğrendim. Vücüdumda yara oluşturanlar, yaralarım dıştan iyileşiyordu ancak içimdeki yaralar halen daha kanıyordu. Ancak öfke duyacağıma affetmeyi seçtim. Bu şekilde kalbim özgürlüğe kavuştu" dedi.

SURİYE’DEKİ SAVAŞIN SEMBOLÜ AYLAN VE ÜMRAN BEBEKLERİN FOTOĞRAFI

Kim Phuc, sempozyum sonrası da gazetecilerin sorularını yanıtladı. Yaşadıkları nedeniyle kalbinin çok kırık olduğunu belirten Phuc, kendi yaşadıkları bugün hiçbir çocuğun yaşamaması temennisinde bulundu. Phuc, "Liderlerin, herkesin affetmeyi, umut beslemeyi ve sevmeyi öğrenmesi gerekiyor. Savaştan gelen biriyim. Bundan çok muzdarip oldum. Birleşmiş Milletler iyi niyet elçisi olarak bundan sonra da savaşların olmaması için çalışacağım" dedi. Suriye ve Filistin’de bugün halen sürmekte olan savaşlarda da çocukların öldüğünün anımsatılmasıyla ilgili olarak ise "Çocuklarımıza sevgi öğretmeliyiz. Umut vermeliyiz. Bugünün çocukları yarının yetişkinleri oldukları zaman bu savaşları durdurabilsinler. Bu konuda ciddi çalışmalar yapmalıyız" şeklinde konuştu. Suriye’deki savaşın sembollerinden Aylan ve Ümran bebeklerin fotoğraflarıyla ilgili olarak da konuşan Phuc, "O fotoğrafları görünce çok üzüldüm, kalbim kırıldı. Dünyadaki insanların uyanıp ayağa kalkarak bu savaşlara dur demesi için bu fotoğraflar itici güce sahip" ifadelerini kullandı.

15 Aralık 2016

Kaynak: wikipedia, DHA

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın

Türkiyenin İlk Gangsteri – Necdet Elmas

27 Mayıs Askeri darbesinin ardından, DP’lilerin Yassıada’daki yargılanmalarında sona gelinmişti. Yüksek Adalet Divanı’nın kararının beklendiği günlerdi. Yeni anayasa kabul edilmiş, 92 yıldır hizmet veren tramvay son seferini yapmıştı. Bu arada bazı asayiş olayları ülke gündemini işgal ediyordu. İstanbul’dan İzmir’e giden tren durdurulmuş ve 5 haydut posta katarında bulunan 17 yaşındaki bir kızı trenden indirerek “dağa” kaldırmıştı. Bir başka asayiş olayı ise, Buğday Bankası’nın Çemberlitaş Şubesi’nin silahlı bir kişi tarafından soyulmuş ve banka müdürü de yaralanmıştı. Gazeteler, soygun ile ilgili gelişmeleri manşetten veriyordu.

tb

Bu soygunun üzerinden daha birkaç ay geçmeden ikinci bir banka soygunu yaşandı.

1961 yılının 18 Ağustos günü elinde sten marka makinalı tüfek bulunan bir kişi, Amerikan filmlerine taş çıkartırcasına İş Bankası’nın Kazlıçeşme Şubesi’ne girmiş ve vezneden 165 bin 850 lira almıştı. İki üç dakika süren bu banka soygununun ardından soyguncu dışarıda hazır vaziyette bekleyen bir Chevrolet marka arabayla kayıplara karıştı. Soygun sırasında, bankada bulunan bir işçi, “ben işçiyim yatıracağım 480 lirayı alma” demiş, soyguncu da, “ben işçinin parasını almam” demesi soyguncu hakında bazı rivayetlerin oluşmasına zemin hazırlamıştı. Onun bir nevi “Robin Hood” olabileceğini söyleyenler çıkıyordu.

Türkiye böylesine bir soygunla ilk kez karşılaşıyordu. Soygun aynen Amerika’daki gangsterlerin gerçekleştirdikleri soygunlarına benziyordu ve oldukça profesyonel bir şekilde işlenmişti. Çok geçmeden tüm Türkiye ayağa kalktı. Soygunu gerçekleştirenlerle polis arasında 12 gün sürecek olan amansız bir kovalamaca başladı. Polisin elindeki ipuçlarının sınırlı olması nedeniyle soruşturma yeteri kadar hızlı gitmiyordu. Bunun üzerine bazı yayın organları durumdan vazife çıkarma konusunda gecikmedi. Cumhuriyet Gazetesi, İstanbul Emniyeti’ne yardımcı olmak amacıyla, özel bir araştırma birimi kurdu ve ekibin başına da “gangsterlik” vakalarını ABD’de uzun boylu tetkik etmiş eski bir polis şefini getirdi.

Çok geçmeden soyguncunun kimliği de ortaya çıktı. Cezaevi firarisi olan Necdet Elmas, Kazlıçeşme’deki İş Bankası’nı suç ortağı Necdet Sinkil ile birlikte soymuştu. Elmas, eski bir araba hırsızıydı ve sadece Chevrolet marka arabalar çalıyordu. Cezaevinden firar etmesinin nedeni de 4.eşinin kendisinden boşanmak istemesiydi. İyi araba kullanan Elmas, 1959 model Chevrolet bir otomobille uzun müddet polislerle köşe kapmaca oynamış, ancak sonunda yakayı ele vermişti. 12 gün süren bu sürek avının sonunda Elmas ve suç ortağı 30 Ağustos günü Darıca’da yakalandı. Mahkemedeki son savunması unutulacak cinsten değildir:

Duruşmalar sırasında mahkemenizi incitecek bir şey söyledimse bunu haleti ruhiyeme atfetmenizi rica ederim. Suçta bir kasıt aranırsa benim bu suçta bir kastım yok. Suç bir kir, ceza ise bir banyodur. Ben bu banyoda yıkanacağım. Banyonun dozu fazla kaçırılırsa bu banyo fayda değil zarar tevlit eder. İleride bir kitap yazıp durumu efkarı umumiye arzedeceğim. Müdafalar tali derecede kalır. Esas müdafanın vicdanlarınızda yapılmasını istiyorum. Adalet önünde boynum kıldan incedir.

Yargılama sonucu Elmas 20 yıl, suç ortağı Necdet Sinkil ise 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Evet, o ne bir terörist, ne de bir örgüt üyesiydi. Cesareti ve bonkör ruh yapısıyla, halkın sempatisini kazandığı dahi söylenebilecek kadar bir maceraperestti.

Kaynak: afilifilintalar.com

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın

Roza Shanina – 59 Kişiyi Öldüren Sovyet Ölüm Meleği

Roza Shanina , 1924-1945

Roza Georgiyevna Shanina (d. 3 Nisan 1924 – ö. 28 Ocak 1945), İkinci Dünya savaşı sırasında Vilnus Taarruzu’nda 12’si asker olmak üzere 59 kişiyi öldüren bir Sovyet keskin nişancısıydı. Shanina, 1941’de kardeşinin ölümünden sonra orduya katılmak için gönüllü oldu ve cephedeki savaşmayı seçti.

1944 yılında Kanadalı bir gazete Shanina’yı "Doğu Prusya’nın görünmeyen terörü" olarak nitelendirdi. Şeref Nişanına layık görülen ilk Sovyet kadın keskin nişancıydı ve 3. Belarus Cephesinin ilk hizmet görevlisiydi. Bir topçu birliğinin ağır yaralı komutanını korurken Doğu Prusya Taarruzu sırasında öldürüldü. Cesareti ömrü boyunca övgü aldı, ancak keskin nişancıları keskin nişancılardan korumak için Sovyet politikasıyla ters düştü. Savaş sırasında tuttuğu günlüğü ilk kez 1965 yılında basıldı.

Gençliği

3 Nisan 1924’te Rus Yedma köyünde (Arkhangelsk Oblastı), bir kolhoz sütçüsü olan Anna Alexeyevna Shanina’nın ve I. Dünya Savaşı sırasında aldığı yara nedeniyle sakat kalan günlükçü Georgiy (Yegor) Mikhailovich Shanin’in çocuğu olarak dünya’ya geldi. Roza’nın ismi Marksist devrimci Rosa Luxemburg’dan alınmıştır. Altı kız kardeşi vardı: bir kızkardeş, Yuliya ve beş kardeşi Mikhail, Fyodor, Sergei, Pavel ve Marat. Shanin ailesi de üç yetim yetiştirdiler. Roza, açık kahverengi saçları ve mavi gözleri olan ortalama bir yüksekliğin üstündeydi ve Kuzey Rus lehçesinde konuşuyordu. Yedma’daki dört ilkokul sınıfını bitirdikten sonra, eğitimini Bereznik köyünde sürdürdü. O sırada hiçbir okul taşımacılığı olmadığından, beşinci ila yedinci sınıflardayken, ortaokula devam etmek için Bereznik’e 13 kilometre (8.1 mi) yürüyerek gitmek zorunda kaldı. Cumartesi günleri, teyzesi Agnia Borisova ile ilgilenmek için tekrar Bereznik’e giderdi.

On dört yaşına gelen Shanina, ailesinin isteklerine karşı, tren istasyonu yolu boyunca 200 kilometre (120 mil) yürüyerek200 kilometre (120 mi) Arkhangelsk’a gitti ve oradaki kolejde okudu. Shanina evinde neredeyse hiçbir eşyasını bırakmadı; Daha sonra savaş günlüğünde Arkhangelsk’ın stadyumunu Dinamo’yu ve sinemaları Ars ve Pobeda’yı anlatmıştır. Shanina’nın arkadaşı Anna Samsonova, Roza’nın bazen Ustyansky Bölgesi’ndeki arkadaşlarından, saat 02:00 ve 03:00 arası üniversite yurduna döndüğünü anlatmıştır. Kapılar o zamana kadar kilitlendiği için, diğer öğrenciler Roza’nın odasına tırmanmasına yardımcı olmak için çeşitli çarşafları birbirine bağlarlardı.Shanina, 1938’de Sovyet gençlik hareketi Komsomol’a üye oldu.

İki yıl sonra, Sovyet orta öğretim kurumları öğrenim ücretlerini getirdi ve burs fonu kesildi. Shanina evinden küçük bir mali destek aldı ve 11 Eylül 1941’de Arkhangelsk’ta No 2’de (Beryozka olarak bilinir) bir dairede bedava oturması teklifi aldı. Akşamları okudu ve gündüz anaokulunda öğretmen olarak çalıştı. Çocuklar Shanina’yı seviyor ve aileleri onu takdir ediyordu. Shanina, 1941-42 eğitim-öğretim yılında Sovyetler Birliği II. Dünya Savaşı’nda iken kolejden mezun oldu.

Görev turu

Sovyetler Birliği’nin Alman istilasından sonra, Arkhangelsk kenti Luftwaffe tarafından bombalandı ve Shanina ve diğer kasaba halkı yangın söndürme işine giriştiler ve çocukların anaokulunu korumak için çatıların üzerine gönüllü nöbet tuttu.

Shanina’nın iki büyük kardeşi orduya katılmak için gönüllü oldular. Aralık 1941’de 19 yaşındaki kardeşi Mikhail’in ölüm bildirgesi alındı. Kardşi Leningrad Kuşatması sırasında öldürülmüştür. Buna karşılık, Shanina askeri komisaryaya askeri hizmet izni istemeye gitti. Shanina’nın kardeşlerinden ikisi savaşta öldüler. O zamanlar Sovyetler Birliği kadın keskin nişancılar kullanmaya başlamıştı. Çünkü kadınların sabırlı, dikkatli ve kurnaz olduklarına inanılıyordu.Şubat 1942’de, 16 ila 45 yaşları arasındaki Sovyet kadınları askeri tasarıya uygun hale geldiler fakat Shanina, yerel askeri komisaryanın onu savaşın dışında tutmak istediği ayda hazırlanmadı. İlk önce bir atış sahasında ateş etmeyi öğrendi. 22 Haziran 1943’te Shanina, evrensel askeri eğitim için Vsevobuch programına kabul edildi. Shanina’nın birkaç başvurusundan sonra, askeri komisaryanın sonunda Merkez Kadın Keskin Nişancı Akademisi’ne kaydolmasına izin verildi. En yakın arkadaşları olan Aleksandra "Sasha" Yekimova ve Kaleriya "Kalya" Petrova ile tanıştı ve Shanina onlara "üç serseri" diye seslenirdi. İyi bir noktaya odaklanan Shanina, eğitimde büyük puanlar aldı ve akademiden onur derecesi ile mezun oldu. Orada eğitmen olarak kalması teklif edildi, ancak cephede görev yapmak istediği için bunu reddetti. 1941-1945 yılları arasında toplamda 2.484 Sovyet kadın keskin nişancısı savaş için görevlendirilmişti ve öldürdükleri toplam düşman asker sayısının en az 11.280 olduğu tahmin edilmektedir.

Stalingrad Muharebesi’ndeki önemli zaferden sonra Sovyet birlikleri, ülke çapında karşı saldırılara geçti ve Shanina, 2 Nisan 1944’te, ayrı bir kadın keskin nişancı müfrezesinin kurulduğu 184 Tüfek Bölüğü’ne katıldı. Shanina bu müfreze komutanlığına atandı. Üç gün sonra, Vitebsk’in güneydoğusunda, Shanina ilk Alman askerini öldürdü. Yedi ay sonra Shanina, günlüğüne şu anda soğukkanlılıkla düşmanı öldürdüğünü ve eylemlerinde hayatının anlamını gördüğünü yazdı.

Shanina, Kozyi Gory (Smolensk Oblast) köyü savaşındaki mücadeleleri için 17 Nisan 1944’te ilk askeri ayrımı Şövalye 3. Sınıf ödülüne layık görüldü. Bu ödülü alabilen ilk Sovyet kadın keskin nişancısı ve 3. Belarus Cephesi’nin ilk hizmet askeri oldu. Shanina, 6 ila 11 Nisan tarihleri arasında, 1138. Tüfek Alayı komutanı Major Degtyarev’in (1138. Tüfek Alayı Komutanı) raporuna göre, topçu silahı ve makina tabancası yangınına maruz kalırken 13 düşman askerini öldürdü. Mayıs 1944’e gelindiğinde, keskin nişancısı toplaması 17 doğruluğa sahip düşman askeri öldüren Shanina, kesin ve cesur bir asker olarak övgü aldı. Aynı yıl, 9 Haziran’da Shannina’nın portresi, Sovyet gazetesi Unichtozhim Vraga’nın ön sayfasında yer aldı.

22 Haziran 1944’te Vitebsk bölgesinde Bagration Operasyonu başlatıldığında, keskin nişancıların geri çekilmesine karar verildi. Gönüllü olarak ilerleyen piyadelelere yine de destek olmaya devam ettiler, ve keskin nişancılardan tasarruf etmeye yönelik Sovyet politikasına rağmen Shanina kendisinin cepheye gönderilmesini istedi.Talebi reddedilmesine rağmen yine de gitti. Shanina, daha sonra, izinsiz olarak ön cepheye girdiği için onay verildi, ancak emirlere karşı gelmesine rağmen bir mahkemeye çıkarılmadı. 5. Tabur ya da keşif bölüğüne bağlanmak, 5. Ordu Kumandanı Nikolai Krylov’a dönmek istiyordu. Shanina aynı talebi üzerine iki kez Joseph Stalin’e mektup yazdı.

26 ila 28 Haziran 1944 tarihleri arasında Shanina, Vitebsk-Orsha Taarruz sırasında Vitebsk yakınlarındaki çevrili Alman birliklerinin ortadan kaldırılmasına katıldı. Aynı yılın 8 ila 13 Temmuz tarihleri arasında Sovyet ordusu daha batı yönünde ilerledikçe, Shanina ve kızkardeşleri Vilnius mücadelesine katıldılar; bu bölge 24 Haziran 1941’den beri Alman işgali altındaydı. Almanlar nihayet 13 Temmuz 1944’te Vilnius’tan çekildi. O yılın yazında çıkan saldırılar sırasında Shanina üç Alman’ı yakalamayı başardı.

Askeri akademideyken Shanina, çiftler atma becerisi ile tanındı (hızlı bir şekilde art arda yapılan iki hedef vuruş). Shanina ağaç dalları arasındaki boşluk güneş ışığı ile arkadan aydınlatıldığında ve keskin nişancı yuvası görünür hale geldiğinde, akşam karanlığa kadar bekleyerek bir ağaca gizlenmiş bir Alman güvercin keskin nişancı karşısında karşı-keskin nişancı taktiklerini başarıyla kullandı.

Günlüğü

Shanina yazmayı çok severdi ve sıklıkla ev köyüne ve Arkhangelsk’daki arkadaşlarına mektup gönderirdi. Sovyet ordusunda günlükler kesinlikle yasaklanmış olsa da, bir muharebe günlüğü yazmaya başladı; Askeri gizliliği korumak için Shanina, günlüğünde sırasıyla "siyah" ve "kırmızı" yaralı olarak adlandırdı. Shanina, günlüğünü 6 Ekim 1944’den 24 Ocak 1945’e kadar tuttu.

Shanina’nın ölümünden sonra üç defterden oluşan günlük, savaş muhabiri Pyotr Molchanov tarafından yirmi yıldır Kiev’de tutuldu. 1965 yılında Yunost dergisinde kısaltılmış bir basım yayımlandı ve günlük Arkhangelsk Oblast Bölgesel Müzesi’ne devredildi. Shanina’nın birkaç mektubu ve keskin nişancı günlüğünden bazı verileri de yayınlandı.

Doğu Prusya

Ağustos 1944’te ilerleyen Sovyet birlikleri, Doğu Prusya’yla olan Sovyet sınırına vardı ve o yılın 31 Ağustos’una gelindiğinde Shanina’nın savaş sayısında öldürdüğü düşman askeri sayısı 42 oldu. Ertesi ay ŠešupÄ— Nehri geçildi. Shanina’nın 184’üncü Tüfek Bölümü, Doğu Prusya’ya giren ilk Sovyet birimi oldu. O zamanlar Ottawa Citizen ve Leader-Post isimli iki Kanada gazetesinin ŠešupÄ— Nehri cephesinden resmi bildirimine göre, Shanina keskin nişancı olarak saklandığı yere çömelip bir gün içinde beş Almanı öldürdü. Daha sonra Eylül ayında keskin nişancı toplaması 46 ölü, bunlardan 15’i Alman topraklarında, yedi saldırı sırasında yapıldı. 1944 yılının üçüncü çeyreğinde Shanina’ya kısa bir süre izin tanınmış ve Arkhangelsk’i ziyaret etmiştir. 17 Ekim’de Komsomol Merkez Komitesinden onur sertifikası aldı. 16 Eylül 1944’te Shanina, o yıl Almanlara karşı çeşitli savaşlarda sergilenen intifa ve cesaretinden dolayı 2. Sınıf Zafer Nişanı kazandı.

26 Ekim 1944 tarihinde Shanina, Schlossberg (şimdi Dobrovolsk) yakınlarındaki bir savaştaki mücadalesinen dolayı 1. Sınıf Cesaret Madalyası aldı. Shanina, 27 Aralık’ta Almanya’nın bir karşı hücumda gösterdiği cesur duruşu nedeniyle 26 Ekim’de madalya kazandı. Shanina, Sovyetler Birliği’nin Kahramanı Yüzbaşı Igor Aseyev ile birlikte savaşmış ve 26 Ekim’de ölümüne tanıklık etmiştir. Askeri komutan yardımcısı olarak görev yapan Shanina, kadın keskin nişancılarla savaşmak için görevlendirildi. Cesaret Madalyasını alan ilk kadın keskin nişancılar arasında yer aldı. Schlossberg, nihayet Insterburg-Königsberg Operasyonu sırasında 16 Ocak 1945’te 3. Belarus Cephesi birlikleri tarafından yeniden ele geçirildi.

12 Aralık 1944 günü, bir düşman keskin nişancısı, sağ omzından Shanina’yı vurdu. Günlüğünde acıyı hissetmediğini, "omuzum çok sıcaktı," diye yazmıştır. Shanina’nın "iki küçük delik" olarak nitelediği yaraları onun için küçük gözükse de bir operasyona ihtiyacı vardı ve birkaç gün için sakat kaldı. Günlüğünde bir önceki gün, tam olarak aynı yerde yaralandığı kehaneti rüyasına girdiğini yazmıştır.

8 Ocak 1945’te Nikolai Krylov büyük isteksizlik duyduğuna rağmen, resmi olarak Shanina’ya cephe mücadelesine katılmasına izin verdi: daha önce Shanina, 184. Tüfekli Tümen komutanı ve 5. Ordu askeri konseyinin kendisine verdiği iznini de reddetti. Beş gün sonra, Sovyetler Doğu Prusya’da şiddetli mücadeleye neden olan Doğu Prusya Taarruzunu başlattı. 15 Ocak’a kadar bölümlü lojistikle seyahat eden Shanina, beyaz askeri kamuflaj kullandığı Doğu Prus kenti Eydtkuhnen’e (şimdi Chernyshevskoye) ulaştı. Birkaç gün sonra, bir Katyuşa roketatarının dost ateşi olayını yaşadı ve günlüğü şöyle yazdı: "Şimdi Almanların neden Katyuşa’dan korktuğunu anlıyorum, ne ateş!". Shanina Doğu Prusya sınırında, 26 düşman askerini öldürdü. İçinde hizmet verdiği son birim 144. Tüfek Bölümü idi. Arkhangelsk Oblast Belgesi kitabına göre Shanina, o bölgedeki 205. Özel Motorlu Silah Taburunda görev yapıyordu. Shanina, savaştan sonra üniversiteye gitmeyi ummuştu.

Görev turu sırasına Shanina birkaç kez gönderildi. Son keskin nişancısı, Vilnius Savaşı sırasında on iki öldürme de dahil olmak üzere elli dokuz onaylamış öldürmeye (diğer kaynaklara göre elli dört) ulaştı. Yurtiçinde başarıları özellikle savaş muhabiri Ilya Ehrenburg ve Krasnaya Zvezda gazetesi tarafından doğrulandı. Gazate, Shanina’nın kendi birimindeki en iyi keskin nişancılardan biri olduğunu ve çekim hassasiyetinde kıdemli askerler bile kendinden daha aşağı oldukları söyledi. Shanina’nın saldırıları, Batı basında, özellikle "Doğu Prusya’nın görünmeyen terörü" olarak adlandırılan Kanada gazetelerde de bildirildi. Shanina elde ettiği şöhrete önem vermedi ve zaman zaman abartıldığını söylerdi. 16 Ocak 1945’te Shanina, muharebe günlüğüne şunları yazdı: "Aslında ne yaptım, anavatanı savunmak için ayağa kalktığım için bir Sovyet adamı olmak zorunda kalabilir miyim?" Ayrıca şunu yazdı: "Mutluluğumun özü başkalarının mutluluğu için savaşıyor, garip".

Ölümü

Doğu Prusya Taarruzu karşısında, Almanlar kontrol ettikleri yerleri büyük ihtimaller karşısında güçlendirmeye çalıştı. 16 Ocak 1945 tarihli günlüğünün girişinde, daha güvenli bir yerde olmak istemesine rağmen, bilinmeyen bir kuvvetin onu ön cepheye çektiğini yazdı. Aynı yazısının girişinde korkusuz olduğunu ve "yakın savaşa" gitmeyi kabul ettiğini yazdı. Ertesi gün Shanina bir mektubunda, taburunun 78 kişiden 72’sini kaybettiği için öldürülmenin eşiğinde olabileceğini yazdı. Son günlük yazısında, Alman ateşinin yoğun olduğunu ve kendisi de dahil olmak üzere Sovyet birliklerinin tahrikli silahların içine girdiğini bildirdi. 27 Ocak’ta Shanina, yaralı bir topçu subayı korurken ağır yaralandı. Gövdesi bir kabuk parçasıyla açık olarak parçalanmış olarak bulundu. Onu kurtarma girişimlerine rağmen, Shanina ertesi gün Richau mülkünün yakınlarında (daha sonra Sovyet yerleşim Telmanovka idi3 kilometre (1.9 mi)), Ilmsdorf’un doğusunda Prusya köyünün (Novobobruysk) 3 kilometre (1.9 mil) güneydoğusunda öldü. Hemşire Yekaterina Radkina, Shanina’ya çok az şey yapabildiğinde dolayı pişman olduğunu söylemiştir. Shanina, Alle Nehri kıyısına yayılmış bir armut ağacına gömüldü -bu artık Lava olarak adlandırılıyor- ve daha sonra Kaliningrad Oblastı Znamensk yerleşiminde yeniden gömüldü.[

Ölümü sonrası ödülleri

1964-65 yıllarında Shanina’ya yenilenen bir ilgi, günlüğünün büyük bir kısmının yayınlanmasından dolayı Sovyet basınında ortaya çıktı. Severny Komsomolets gazetesi, Shanina’nın zamanında yaşayanların onun hakkında bildiklerini yazmasını istedi Arkhangelsk, Shangaly ve Stroyevskoye’deki sokaklara ismi verildi ve Yedma köyünde Shanina’ya adanmış bir müze bulunmaktadır. 1931-35 yılları arasında okuduğu yerel okulda anma plakası vardır. Arkhangelsk’ta, Roza Shanina Ödülü için paramiliter DOSAAF spor organizasyonu üyeleri arasında düzenli yarışmalar düzenlendi. Ustyansky Bölgesi’ndeki Malinovka köyü, Roza Shanina Ödülü için yıllık kros kayak yarışları düzenlemeye başladı.

1985’de, Rus Merkez Kadınlar Keskin nişancı Akademisi Gaziler Konseyi başarısız bir şekilde, Sovyetler Birliği Yüksek Sovyetine, Shanina’daki 1. Glory Nişan Şeria’sını kurmasını istedi. Aynı yıl, Rus yazar Nikolai Zhuravlyov, Posle boya vernulas (Savaştan Sonra Döndürülenler) kitabını yayınladı. Başlığı, tabur komutanından derhal dönmesini isteyen bir not aldıktan sonra Shanina’nın "Savaştan sonra döneceğim" sözlerine atıfta bulunuyor. Shanina hakkında, örneğin yazar Nikolai Nabitovich gibi besteleri yapılmıştır. Ustyansky Bölgesi Bogdanovsky yerleşiminde Shanina’ya adanmış küçük bir anıt stel (üç parçalı bir anıtın parçası) kuruldu.

2000 yılında, Shanina’nın adı Sibirya Devlet Teknik Üniversitesi savaş anıtı taşında göründü, ancak hayatında herhangi bir bağlılığa sahip olduğuna dair bir kanıt bulunmuyor. Rus yazar Viktor Logvinov 1970’lerde Shanina’nın Sibirya Ormancılık Enstitüsünde eğitim gördüğünü ve "eski Krasnoyarsk komünist" inin kızı olduğunu tartışıyordu. İddia, özellikle 2005’te, sonraki yıllarda Krasnoyarsk yayınları tarafından devam ettirildi. 2013’te Arkhangelsk’te, Roza Shanina da dahil olmak üzere altı Rus savaşçsının madalya grafiti portreleriyle dolu bir anı duvarı açıldı.

Karakteri ve özel hayatı

Savaş muhabiri Pyotr Molchanov, çoğunlukla Shanina ile ön cephede bir araya geldi ve hakiki, parlak bir doğayla olağandışı iradenin bir kişisi olarak nitelendirdi. Shanina, üniversite yıllarında kendisini "sınırsız ve pervasızca konuşkan" olarak nitelendirirdi. Kendine özgü karakterini, Romantik şair, ressam ve yazar Mikhail Lermontov’unkine benzettiği gibi, onun gibi hareket etmeye karar vermiştir. Shanina ılımlı giyinir ve voleybol oynamaktan hoşlanırdı. Shanina’nın kızkardeşi Lidiya Vdovina’ya göre Roza, silahını her temizlediğinde en sevdiği savaş şarkısı "Oy tumany moi, rastumany" ("Ey Omuzlarım") şarkısını söylerdi. Shanina’nın basit bir karakteri vardı ve cesareti ve insanlara egemenliğin olmamasına değer verdi.

Shanina’nın özel hayatı savaşla engellendi. 10 Ekim 1944’te, günlüğüne şunları yazdı: "Misha Panarin’in artık yaşamadığını kabul edemiyorum. Ne iyi adam! öldürüldü … Beni sevdi, biliyorum ve ben … Kalbim ağır, yirmi yaşındayım, fakat yakın arkadaşım yok ". Kasım 1944’te Shanina, "Nikolai adında bir adamı sevdiğinde başını sallaması" gerektiğini yazmıştı, ancak aynı girişte, "şimdi zamanı değil" diyerek evliliği düşünmediğini yazdı.

Kaynak: vikipedia, Google

Beğen
Beğen Muhteşem Haha İnanılmaz Üzgün Kızgın