Tarih Öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül 1980

Türk Ocakları eski Yönetim Kurulu üyesi ve Ülkü Ocakları'nda şube başkanlığı yapmış 80 dönemi Ülkücülerinden Efendi Barutçu, 12 Eylül darbesiyle ilgili yazı dizisine devam etti.

27 Mayıs 1960 askeri darbesini sebep ve sonuçları itibariyle daha iyi anlayabilmek için biraz gerilerden başlayacağız.
Müdahale sabahı İzmir’deki evinden alınıp Millî Birlik Komitesi (MBK) Başkanlığı’na oturtulan Cemal GÜRSEL, ilk basın toplantısında, devrilen Demokrat Parti iktidarını suçlarken siyasi tarihimizde hüzünle hatırlanacak iddialar ortaya atıyor; üstelik bunları, doğruluğundan emin olarak anlatıyordu.

Müdahaleyi gerçekleştiren ve MBK adıyla yasama ve yürütme erklerini üstlenen askerler, devirdikleri Demokrat Parti iktidarına karşı nasıl bir tavır alacaklarını tam olarak kararlaştırmamışlardı. Başta Alparslan TÜRKEŞ olmak üzere, bir kısım MBK üyesi, hükümetin önde gelen isimlerini yurt dışına göndererek diğerleriyle ilgili kanunî işlem başlatmayarak toplumun huzurunu sağlamak eğilimindeydiler.

Ancak, İstanbul’dan gelen üniversite hocaları buna şiddetle itiraz ettiler. Görüştükleri Cemal MADANOĞLU, Demokrat Parti (DP) iktidarının Anayasa’yı ihlal ettiğini, dikta rejimi kurmak istediğini, bu suçlamalarla haklarında dava açılmaması durumunda müdahaleyi yapanların gayri meşru duruma düşeceklerini, hatta yargılanıp ceza alabileceklerini söyleyerek Demokrat Partililer hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 146 ve 149. maddeler esas alınarak dava açılmasının sağladılar.

27 Mayıs darbesinin hazırlıklarında ve müdahalesinde, silahlı kuvvetlerin üst kademesindeki komutanlar yer almadılar. Kara Kuvvetler Komutanı Cemal GÜRSEL, 1. Ordu Komutanı Fahri ÖZDİLEK, olaylar başladıktan sonra dahil oldular. Bir millî mücadele harbi gazisi olan Genelkurmay Başkanı Rüştü ERDELHUN dahil olmak üzere bazı komutanlar, darbe sabahı büyük hakaretlerle evlerinden alındılar tekmelendiler, Yassıada’da yargılandılar.

DP iktidardan uzaklaştırılmış, feshedilerek hukuken ortadan kaldırılmıştı fakat varlığı fiilen devam ediyordu. Anayasa referandumunda bütün baskı ve çabalara rağmen %40’a yakın oranda “Hayır” oyu çıkmıştı.
Daha öncede belirttiğimiz gibi 1961’in Ekim ayı seçimlerinde beklenenin aksine CHP hüsrana uğradı. DP’nin yerine kurulan Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) ile Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP), Millet Meclisi ve Senato’da çoğunluğu sağladılar.
TBMM açılınca ilk olarak Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktı. Silahlı Kuvvetler Birliği adıyla bir süredir faaliyet gösteren ordu içindeki cunta yeniden harekete geçti. İstanbul’da 1.Ordu Komutanı Cemal TURAL’ın başkanlığında toplandı. Bir dizi kararlar alındı. Bunlardan en önemlisi isteklerin yerine getirilmemesi durumunda, TBMM’nin açılmadan feshedilip yönetime el konulmasıydı. Bu teşebbüsten ancak Cemal GÜRSEL’in cumhurbaşkanı, İsmet İNÖNÜ’nün başbakan olması şartıyla vazgeçeceklerini bildirdiler.
MBK üyesi Tümgeneral Sıtkı ULAY, Ali Fuat BAŞGİL ile görüştü. BAŞGİL’e; “Hayatının garanti edilemeyeceğini, adaylıktan vazgeçmediği taktirde öldürülüp cesedinin Etlik sırtlarına atılabileceğini” tabancasını göstererek “tebliğ etti”.
Prof Dr. Ali Fuat BAŞGİL, ertesi günü hem adaylıktan çekildi, hem de TBMM’den istifa ederek ilk trenle İsviçre’ye gitti.
Silahların gölgesinde çalışmaya başlayan TBMM’de Silahlı Kuvvetler Birliği’nin istekleri doğrultusunda Cemal GÜRSEL, Cumhurbaşkanı; İsmet İNÖNÜ kurulan koalisyon hükümetinde Başbakan olunca, askeri müdahale bir süre engellenmiş oldu.

KEMALİST DEVRİM TEŞEBBÜSLERİNİN MİLLÎ DEMOKRATİK DEVRİME DÖNÜŞMESİ

Müdahale teşebbüsleri bu kalkışmalardan sonra hem hedefi hem de ideolojisi farklı yörüngelerde devam etti. Bu yıllarda fikir ve düşünce hayatımızda çok hareketli bir dönem başlamıştı. Solcu fikirler ve kuruluşlar, 1961 Anayasası’nın sunduğu hürriyet ortamından istifade ederek aydın kesimlerde tesirli olmaya başladılar.

1960’tan sonra “Soğuk Savaş” denilen, toplumları içinden çökertme ve ele geçirme çalışmaları gittikçe hızlandı. Bunun için yürütülen komünist propaganda KOMÜNTERN tarafından her ülke için ayrı ayrı tespit ediliyor ve o ülkenin Marksistlerine ayrı ayrı gönderiliyordu. Yani Türkiye’deki komünistlere, “ne yapacakları, hangi propaganda ve eylemleri uygulayacakları Komüntern tarafından açıkça yayın yoluyla bildiriliyordu.[1]

10 Eylül 2017 tarihinde Habertürk gazetesinden Kübra Par’a mülakat veren Prof. Dr. Zafer Toprak bu görüşlerimizi teyiden şöyle söylemektedir.” Bundan 50 yıl önce, gündemde devrim vardı. Biz 68 nesliydik. Şerif Hoca da Siyasal Düşünce dersine gelirdi. Bizim okuduklarımız o yıllarda büyük ölçüde Marksizan bir literatürdü. Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ni, Nitikin’in Ekonomi Politik’ini, bir de üzerlerine Lenin’in Kapitalizmin En Son Evresi Emperyalizm kitabını hatmettiniz mi, zihninizde çözemeyeceğiniz sorun kalmazdı. Üçüncü Dünya’cı bir anlayış hâkimdi ders programlarında... Türkiye’nin az gelişmişliği ana sorunsaldı. İktisadi Düşünce dersinde Türkçe’ye yeni çevrilmiş olan Kapital’i okurduk.”

“Özellikle o yıllarda Türkiye’de Marks entelektüel çevrelerde egemen bir konum elde etmişti.”

O sırada dünyadaki sol hareketlerin yükseliş eğiliminde olması işlerini kolaylaştırıyordu. Türkiye İşçi Partisi, yoğun bir propaganda kampanyasından sonra 15 milletvekili çıkararak Meclis’e girdi. Bu sıralarda Doğan AVCIOĞLU yönetiminde yayınlanmaya başlayan Yön Dergisi çevresinde toplanan bir kısım üniversite öğrencisi ve aydınlar mevcut düzeni “Cici demokrasi” diye tanımlıyor ve şiddetle eleştiriyordu.

İllegal Türkiye Komünist Partisi ve onun paralelindeki Türkiye İşçi Partisi’nin aksine Yön Dergisi etrafındaki solcu çevreler “Milli Demokratik Devrim” stratejisini benimsiyor, nihai hedeflerine yani sosyalist düzene “aşamalı” olarak geçmeyi düşünüyorlardı.

Bir başka darbeci grup, eski MBK üyesi ve 27 Mayıs’ın faal isimlerinden Cemal MADANOĞLU’nun başkanlığında oluşturulan ve yönetime el koymayı amaçlayan sivil ve askerlerin yer aldığı illegal yapılanma, bir başkası ise, üniversitelerde Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) çatısı altında bir araya gelen solcu gençlerin 1970’li yılara girilirken Devrimci Gençlik Birliği (DEV-GENÇ) adıyla örgütlenmeleridir.

1970 yılı başlarında Sosyalist hareket, özelikle üniversitelerde geliştirdiği Marksist güç ile ordu içindeki darbeci grupların işbirliği ile Hükümet’i ele geçirme düzeyine geldi. O yıllarda Devleti yönetenler, “sağ”a da “sol”a da karşıydılar. Rahmetli Dündar TAŞER’in benzetmesiyle; “Hasta ile hastalık arasında bitaraf” idiler. 12 Mart Hareketi, bitarafları bertaraf etti. Marksist çeteleri ezerek ve askerleri uzun bir süre içinde disiplin altına alarak duruma hakim olabildi. Ne var ki, Marksist hareket kök salmıştı: Yeniden yayılması zor olmadı.

Bir gençlik hareketi olarak ortaya çıkan teşebbüs, batı Avrupa ülkelerinde patlayan öğrenci gösterilerinde etkilediği ideolojik rüzgârı da arkasına aldı. Üniversitelerde çok elverişli zemin buldu. Emniyet güçleri, olayların boyutu ne olursa olsun yasa gereği Rektörler çağırmayınca üniversitelerin içine giremiyorlardı. Başta ODTÜ olmak üzere Rektörler önlem almak yerine, izleyici olmayı tercih ediyorlar, gelişmeleri sempatik buluyorlardı.

Başbakan Demirel ve AP iktidarı ise, ülkenin nereye sürüklenmekte olduğunu farkedemiyor, olayların arka planının doğuracağı sonuçları göremiyordu. Solcu gençler, bu ortamdan sonuna kadar yararlandılar. Okullarında ve çevrelerinde kontrolü ele alma, karşı düşüncedekileri sindirme, yıldırma ve taraf toplama amacıyla “devrimci şiddet”i yöntem olarak seçtiler.

Hızla silahlanmaya başladılar. ODTÜ’nün alt koridorlarını atış alanı yaptılar. El Fetih örgütü ile ilişki kurarak, ekipler oluşturarak Bekaa Vadisi’ne gidip eğitim aldılar; burada çatışmalara katıldılar. Üniversitelerde boykotlar, işgaller giderek yoğunlaştı. Doğrudan anayasal düzeni hedef alan Marksist, Leninist, Maoist ideolojilerden esinlenen bu eylemlerde yer almak istemeyen, bütün elverişsiz şartları rağmen direnmeye çalışan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğrencisi Ruhi KILIÇKIRAN 5 Ocak 1968 tarihinde Ankara’da Atatürk Site Öğrenci Yurdunda, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi Süleyman ÖZMEN 21 Mart 1970 tarihinde Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nda aşırı sol gruplar tarafından kuşatılan ve içeride mahsur kalan ülkücü arkadaşlarına yemek götürürken , Ankara Erkek Yüksek Teknik Öğretmen Okulu öğrencisi Dursun ÖNKUZU ciğerlerine pomayla hava basılarak ve binanın dördüncü katından atılarak, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi Yusuf İmamoğlu fakülte köridorlarında hunharca katledildiler. 8 Haziran 1972 tarihinde Bursa’nın Emir sultan kabristanında Yusuf İmamoğlu’nun kabri başında yapılan anma toplantısında kendisi Bulgaristan Türklerinden göçmen olan, babası Rüstem İmamoğlu’nun:”Yusuf’um seni kızıl bayraklar altında büyümeyesin diye anavatana göçüp geldim. Ama ne yazık ki kızıllar seni al bayrağın gölgesinde katlettiler.”diye haykırdığını hatırlıyorum. Sol örgütler, “Halklara özgürlük” ve “Ezilen Kürt halkının hakları verilmeli” gibi sloganlarla blok halinde kitle tabanı bulmak, militan kadrolar oluşturmak maksadıyla Kürtçülüğü kışkırttılar.

Bunlar Türkiye İşçi Partisi’ni “revizyonist”; Avcıoğlu-Madanoğlu grubunu ise “pasif” buluyorlar, güney Amerikalı gerilla gruplarının tarzına özenerek kırsal alanda Deniz GEZMİŞ, Sinan CEMGİL ve arkadaşları; şehirlerden Mahir ÇAYAN, Ertuğrul KÜRKÇÜ, Ulaş BARDAKÇI ve THKP-C örgütü, halk hareketiyle sol-sosyalist bir yönetim kurmayı hayal ediyorlardı.

Dursun ÖNKUZU’nun cenaze merasimine ULUS’TAKİ tarihi Türk ocağı binasında bulunan ülkücü milliyetçi gençlerin büyük bir kalabalık halinde katılması üzerine dönemin başbakanı Süleyman Demirel ve İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu’nun talimatıyla TÜRK Ocağı genel merkezi polis tarafından basılmış içerideki üniversiteli gençler emniyet nezaretine götürülerek günlerce eziyet edilmiştir. Bununla yetinilmemiş binanın kullanma hakkı verilen Türk Ocakları Genel Merkezi binadan çıkarılmış kapısına kilit vurulmuş daha sonra Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde eşi Eemel Korutürk’ün marifetiyle devlet bütçesinden tek kuruş harcanmaksızın-Türk Ocaklılar ve hayırsever insanların maddi desteğiyle inşa edilen ve inşaatında Ankara’nın köylülerinin Türk Ocağı binası diye çalıştıları bu tarihi bina ikinci defa Türk Ocaklıların ellerinden alınmıştır.

Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY’IN TARİHİ SÖZLERİ:

“Türk milletinin üniversitelerdeki evlatlarının bir kısmı bu terörist grupların eline düşmüş, büyük çoğunluğu ise hakaret, dayak ve silahla susturularak okuma hakkından bile mahrum bırakılmıştı. Ellerinden tutacak ve yol gösterecek kimseleri bulunmayan gençler tıpkı müstevli bir kuvvetin ağır baskısı altında gitgide özümlenmeye başlayan kimliğini kaybetme tehlikesiyle karşılaşan azınlıklara benziyordu.” [2]


1968-1971 Türkiye’sinin en kısa tasviri budur. Bu yıllarda MHP’nin genel başkanı Alparslan TÜRKEŞ’in Türk gençliğine yeni ve büyük hedefler işaret etmesiyle milliyetçi gençler özellikle üniversite ve yüksekokullarda ve Anadolu sathında teşkilatlanmaya başladılar. Bu çalışmaların ruh mimarı Dündar Taşerdi. O zaman Taşer bu gençlere sanki de bir ruh üfledi. Yapılacak ilk işin gençliği toplamak olduğunu düşündü. Kendisi bir siyasi partinin üst düzey yöneticisiydi. Ama parti içerisinde böyle bir toparlanmayı yanlış buldu. Esasen kendisini bir partici değil bir Türk milliyetçisi olarak görüyordu.”Bu yüzden gençlik çalışmalarını partiden ayırdı. Milliyetçi gençler kendi derneklerini kurmalı” yayılmalı ve fikri donanımlarını geliştirmeliydiler. Ülkü Ocakları fikri böyle doğdu. Liseli gençliğe hitap eden GENÇ ÜLKÜCÜLER TEŞKİLATI ve üniversite gençliğine hitap eden bütün fakülte ve yüksekokullarda teşkilatlanan ÜLKÜ OCAKLARI böyle doğdu. Ve Türk milliyetçiliği tarihinde ilk defa Dündar Taşer’in gayretleriyle ve çalışmaları sonucudur ki, bütün milliyetçi gençler tek bir bütün haline gelmiş dağılmaktan ve ezilmekten kurtulmuşlardır.[3]

Bu arada yine Dündar TAŞER’in öncülüğünde İbrahim Metin, İskender Öksüz, Sadi Somuncuoğlu ve arkadaşları tarafından Ankara’da Kültür Bilim Teknik Merkezi(KÜBİTEM) adıyla bir dernek kurulmuştu. Derneğin ilk başkanı üniversite ve aydın muhitlerde çok geniş bir çevresi ve itibarı olan ilim adamı Prof. Dr. Tarık SOMER’di. Bu sayede KÜBİTEM üniversite hocaları arasında geniş bir alaka gördü ve hızla teşkilatlandı. KÜBİTEM devleti tehdit eden fikir hareketleri ve örgütlerle alakalı olarak sürekli raporlar hazırlayıp başta Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay olmak üzere devletin bütün kademelerine gönderiyor ve Türkiye’nin temel meseleleriyle ilgili tedbir ve tavsiyelerini de aynı şekilde paylaşıyordu. Dündar Taşer’in aracılığıyla ve KÜBİTEM’in gayretleriyle üniversitelerdeki ülkücü gençlerde Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY’la defalarca görüşüp raporlar sunmuşlardı. Bir keresinde köşke çıktıklarında dönemin içişleri bakanı Haldun Menteşeoğlu’yla karşılaşmışlar ve onu aşırı sol örgütlerin azgın saldırıları karşısında tedbir almamak ve pasif kalmakla suçlamışlardı. Bu görüşmeler neticesinde durumun vehametini kavrayan Cevdet Sunay siyasi saiklerle sola şemsiye olmaya çalışan CHP’nin genel başkanı İsmet İnönü’yü bu konuları görüşmek üzere köşke davet eder. İsmet Paşa’ya bu Marksist maoist grupların terör faaliyetlerinden bahseder. Bunun üzerine İsmet Paşa ama ülkücü gençlerde var diyerek ülkücüleri suçlayıcı ifadeler kullanması üzerine Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay Paşa “ÜLKÜCÜLER MİLLİYETÇİ, VATANSEVER GENÇLERDİR.” demiştir.

Ülkücüler Cumhurbaşkanının bu tarihi sözünü karşılıksız bırakmamış 12 Marttan sonra kapatılan Ülkü Ocakları’nın yerine genel merkezi Çankırı’da kurulan genel başkanlığını Şevket Barutçu beyin yaptığı Türk Ülkücüler Teşkilatının Nisan 1973 tarihinde yapılan-bizim de Bursa Şube Başkanı ve Delegesi olarak katıldığımız- kurultayında Türkiye genelinden katılan 300 delegenin oybirliğiyle Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a Türk Ülkücüler Teşkilatı fahri genel başkanlığı payesi verilmiştir.

Yine Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay Malazgirt Zafer’inin 900. Yıldönümünde Malazgirt’teki törenlere bizzat katılarak yüksek bir milli tarih şuuruna sahip olduğunu göstermiştir.

12 MART: DARBEYE KARŞI DARBE

Türkiye 1971'e çok gergin bir ortamda girdi. Dev-Genç militanları, Anadolu’ya yayılarak köylüler ve işçileri kışkırtıyor, DİSK’in düzenlediği grevler, 15-16 Haziran olaylarında olduğu gibi normal yörüngesinden çıkıyor doğrudan anayasal düzene yönelik tehdit haline geliyordu. Bu arada, Madanoğlu-Avcıoğlu, İlhan SELÇUK ekibi de Silahlı Kuvvetler içindeki yandaşlarıyla birlikte yönetime el koymak için hazırlıklarını sürdürüyorlardı. Bu grup, “Baas” tipi sosyalist ve totaliter bir yönetim planlıyor, “devrimci” bir iktidar oluşturmak için şiddet kullanmayı doğal sayıyordu.

İktidarın derin aymazlığına mukabil devletin iç kademelerinde bu gelişmeler yakından izleyenler vardı. Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY, Genelkurmay Başkanı Memduh TAĞMAÇ, MİT Müsteşarı Fuat DOĞU, kendilerine destek veren Birinci Ordu Komutanı Faik TÜRÜN gibi komutanlarla birlikte tarihi bir görev yaptılar. Onların dikkati ve uyanıklığı sayesinde, bir Sovyet uydusu haline gelmesine ramak kala, Türkiye adeta direkten döndü.

12 Mart 1971 öğle haberlerinde televizyon ve radyodan okunan Silahlı kuvvetler bildirisinde, Demirel hükümeti istifaya mecbur bırakılıyor, TBMM açık tutuluyor ancak, yönetim, Ordu'nun belirlediği Nihat ERİM başkanlığındaki hükümet ile kontrol altına alınıyordu.
Asıl operasyon üç gün önce, 9 Mart’ta yapılmış, sivil ve askerlerden oluşan “Baasçı-Sol” grubun yapmaya hazırlandığı darbenin Silahlı Kuvvetler içindeki ayağı tesirsiz hale getirilmişti. 12 Mart Muhtırası ile bir bakıma Ordu içindeki gerilim yatıştırılıyor, tansiyon düşürülüyordu. 12 Mart’ın 27 Mayıs müdahelesinden farkı parlamentonun kapatılmamış olmasıdır ancak komuta heyeti, hükümeti ve meclisi muhtıradaki şartlar yerine getirilmediği takdirde TBMM’yi kapatacaklarını söyleyerek tehdit etmişlerdir. Böylece adı ara rejim olan 12 Mart dönemi başlamış oldu.

UMUTLARIN VE MESELELERİN YÜKSELDİĞİ “SICAK YAZ’

Silahlı Kuvvetler güdümündeki bu “yarı askeri rejim”, 1973 seçimlerine kadar devam etti. 1973 yazına girerken Türkiye’de uzun bir dar geçit arkada bırakılıyordu.
Gelişimin yine hızlandığı, umutları büyümüş insanların yeniden şehirleri ve kırları kapladığı; dinamik, gürbüz, sesi duyulan bir Türkiye ortamı yaratmak, modern toplumcu güçlerin ana özlemi ve hedefidir.

Modern düzenlerde orta’nın solu’nda yer alan sivil güçlerin yanı sıra, orta’nın sağ’ındaki siyasal partilerinde ağırlıklarını sivilleşme doğrultusunda koymaları sosyal ve tarihi gerçeklerin bir sonucudur. Yüzlerce yıllık tecrübeleri sayesinde Türkiye modernleşme, büyüme, ilerleme ve özgürleşmeye dönük refleksler kazanmıştır. Kaldı ki hiçbir toplum sınırsız bir süre boyunca olağanüstü şartlarda yaşamaya mahkum kılınamaz. Mahkum ediliyorsa, o topluma ait sosyo-ekonomik kuruluş, olağan şartlarda varlığını koruyamayacak kadar hastalıklı demektir. Türkiye’de kapitalist ekonomik kesimin de, önemli iç ve dış dar boğazları bulunmasına rağmen, 1973 ortalarında ulaştığı genişleme şartlarında olağanüstü yöntemlere bağlanmaktan çıktığı görülüyordu. Yaşanan tecrübenin vardığı sonuç, burjuvaziye geniş halk kesimlerinden aradığı desteği bulabilmesi için ne ölçüde liberal ve demokratik olabileceğini ortaya koymak üzere açık çağrılar çıkarmaktaydı.

Olağana dönüş, bu anlamda temel hak ve hürriyetleri yeniden tamir etmek ve sosyal muhalefetin düşünce, inanç ve özlemlerini demokratik yollardan açıklayabilmesi için gerekli ortamı açmakla eş anlama geliyordu.

Düzeni bekleyen görev, bunalım dönemleri biterken topluma ve ekonomiye dinamizm katan yeni bir normalleşme safhasına hazır olmaktır. Tarih onlara sürekli biçimde bu çağrıyı getirir.

Cumhurbaşkanı KORUTÜRK yine şöyle konuşur:
“Eski devirlerde ve yeni zamanda bütün dünyada görülen odur ki insan haklarına saygılı olmayan kaynak ve kuvveti hak ve adalet ilkelerine dayanmayan bir devlet idaresi payidar olmamıştır ve olmayacaktır.
. İnönü'yü devirerek genel başkan seçilen Bülent ECEVİT’in liderliğindeki CHP seçimlerde en yüksek oyu alarak birinci parti oldu. CHP ile Necmettin ERBAKAN başkanlığında Millî Selamet Partisi (MSP), koalisyon hükümeti kurdular.
Yeni hükümetin yaptığı ilk işlerden biri Af Kanunu çıkarmak oldu. Bir kısım MSP’li milletvekilleri, solcuların ve komünistlerin Af Kanunu kapsamına alınmasına direndiler. Muhalefetle birlikte oy kullanarak bunların af dışında tutulmasını sağladılar. Ancak CHP, Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı. Mahkeme, Meclis’in kararının “eşitlik ilkesi”ne aykırı olduğuna hükmederek affı genelleştirdi. Böylece cezaevlerinde bulunan çeşitli sol fraksiyonlardan yüzlerce militan salıverildi. Bu durum, Türkiye'nin siyasi ve sosyal yapısını derinden etkiledi. Sokakların kan gölüne döndüğü, can güvenliğinin ve huzurun ortadan kalktığı kaotik bir dönemin kapıları açılmış oldu.

(Devam edeceğiz)

[1] Nevzat KÖSOĞLU: “12 Eylül 1980 ve Ülkücüler”, Eylül 2010, Türk Yurdu Dergisi
[2] E. Güngör, Dünden Bugünden, İstanbul,2007,s.122-123
[3] Nevzat Kösoğlu, Dündar Taşer, 2. Basım ,İstanbul, Ekim 2010, Ötüken Yayınevi

Kaynak: Öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül 1980
 
Bunlar da ilginizi çekebilir...
Geri