Ansiklopedi Tarihe Yön Veren Liderler ve İnsanlar

Bazı insanlar normal insanlar gibi çocukluklarını geçirip bazen yokluk içinde bazen baskılar içinde yaşayıp , yaptıkları ve icat ettikleriyle insanlık için çok önemli işler yapıp ülkeler fethedip sınırları değişirken, bazıları savaşlarıyla , bazıları bilimle bazılarıda icatlarıyla insanlık için çok önemli şeyler yapmışlardır.

Yapılan savaşlar, icat edilen buluşlarla insanlığın gelişmesine faydalı olan ve sonsuza kadar da o buluşların ışığında ilerleyecek olan bilime katkılarıyla tarihe geçen komutan ve bilim adamlarından bazıları.

Bilime katkılarından dolayı bir çok Müslüman Bilim insanı vardır. Bu konu altında tekrar etmeden aşağıdaki linkte bunlara ulaşabilirsiniz. Linkte en önemli müslüman bilim insanlarının isimleri bulunmaktadır.

Müslüman Bilim İnsanları hakkında daha detaylı bilgi için ;

Müslümanların Bilim ve Medeniyete Katkıları Nedir? Tarihte Müslüman Bilim Adamları

Konumuza Ülkemiz ve kendi tarihimizden başlamak gerekeirse ;

1-Fatih Sultan Mehmet Han ( 2.Mehmet ).

Padişahlığı süresince çok önemli hizmetlerde bulunması ve İstanbulu fethedip Bizans İmparatorluğunu yıkmasından dolayı tarihte ayrı bir yeri vardır.

Fatih Sultan Mehmet (1432-1481) Fatih Sultan Mehmet (1432-1481)

II. Mehmed

II. Mehmed veya Fatih Sultan Mehmed, (30 Mart 1432 – 3 Mayıs 1481) yedinci Osmanlı padişahı. Divan edebiyatında Avnî mahlasını kullanmıştır. Sultan II. Murad ve Hüma Hatun’un oğludur.

İstanbul'u fethetmesinden sonra Ebû El-Feth Fethin Babası) ve daha sonraki asırlarda Fâtih lakabıyla anılmıştır. Ayrıca döneminde Avrupa'da Büyük Türk (Grand Turco) olarak da zikredilmiştir. İstanbul'un fethi, Orta Çağ’ın sonu Yeni Çağ'ın başlangıcı olmuştur. Bundan dolayı Fatih, "çağ açan hükümdar" olarak da tanınır. İstanbul'un fethinden sonra Kayser-i Rum Roma İmparatoru unvanını da kullanmaya başlamıştır. İstanbul'un fethiyle 1000 yıllık Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu son bulmuştur. Fatih, çıkardığı yasalarla devleti önemli ölçüde yeniden biçimlendirmiştir.

27 Receb 835 (30 Mart 1432) Pazar günü şafak vaktinde, devletin başkenti olan Edirne'de, II. Murat'ın dördüncü oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi Hüma Hatun, tarihçi Babinger ve yazar Lord Kinross’a göre gayrimüslim bir köledir. Yine Babinger'e göre, ölümünden sonra Acem efsanelerindeki cennetkuşu hümadan esinlenilerek Hüma Hatun olarak adlandırılmıştır.

Şehzadeliği

Mehmed iki yaşına kadar Edirne'de kaldıktan sonra 1434’te sütninesi ve küçük ağabeyi Alâeddin Ali ile birlikte 14 yaşındaki büyük ağabeyi Ahmed’in Rum sancakbeyi olduğu Amasya'ya gönderildi. Burada ağabeyi Ahmed'in erken yaşta ölmesi üzerine Mehmed altı yaşında Rum sancakbeyi oldu (İnalcık'a göre şüpheli). Diğer ağabeyi Alâeddin Ali ise Manisa'da Saruhan sancakbeyi oldu. İki yıl sonra babaları II. Murat'ın talimatıyla iki kardeş yer değiştirdiler ve Mehmed Saruhan sancakbeyi oldu

Mehmed’in eğitimi için babası çeşitli hocalar görevlendirdi. Ancak zeki olduğu kadar hırçın bir çocuk olan Mehmed’in eğitilmesi kolay olmadı. Sonunda babası heybetli ve otoriter bir alim olan Molla Gürani’yi görevlendirdi. Anlatılana göre Murad, Gürani'ye bir değnek vermiş ve Mehmed itaatsizlik ederse kullanmasını söylemişti. Molla Gürani Mehmed’e, dersini dikkate almayan bir öğrencinin hocası tarafından dövülmesi ile ilgili edebi bir cümleyi inceletmiş, Mehmed durumun ciddiyetini kavrayarak eğitimine önem vermeye başlamıştır.

Şehzade Mehmed'in medrese kökenli hocalarının yanı sıra bilgi edindiği Batılı şahsiyetler de bulunmaktaydı. Saruhan (Manisa) sarayında İtalyan hümanisti Anconalı Ciriaco ve saraydaki başka İtalyanlar onun Avrupa tarihi ile Antik Yunan filozoflarının hayatlarıyla ilgili kitaplar okumasına önayak olmuştu. Bu durum Şehzade Mehmed'e çok-kültürlülük kazandırmıştır. Topkapı Sarayı arşivinde bulunan II. Mehmed'in şehzadelik yıllarına ait olan karalama defterinde Latin harfleri, Arap harfleri, Roma büstlerini andıran insan çizimleri ve Osmanlı figürleri bulunmaktadır. Ayrıca Fatih Sultan Mehmed'in Arapça ve Farsça'nın yanı sıra Latince, Yunanca ve İtalyanca bilmesi bu dönemdeki münasebetlerine dayandırılmaktadır.

Fatih Sultan Mehmet Fatih Sultan Mehmet
II. Murat 1443 yazında Karaman beyi İbrahim'i Anadolu’da yenilgiye uğrattıktan sonra Ekim ayında Edirne'ye döndüğünde Hunyadi Yanoş, Macar Kralı Ladislas ve Sırp Despotu Yorgo Brankoviç önderliğinde bir Hristiyan ordusunun Tuna’nın güneyindeki Osmanlı topraklarını istila etmeye başladığı haberini aldı. Aynı dönemde Amasya’dan Şehzade Ali’nin öldüğü haberi geldi. İki ağabeyinin erken yaştaki ölümleri sonucu Mehmed tahtın vârisi oldu. Murat Hıristiyan ordusunun 25 Aralık’ta İzladi'de durdurulmasının ardından başlayan müzakereler sırasında Mehmed’i Manisa’dan Edirne’ye getirtti. 12 Haziran 1444’te Edirne’de Macarlarla antlaşma yaptıktan bir ay sonra oğlu Mehmed’i Edirne'de Sadrazam Çandarlı Halil Paşa denetiminde "kaymakam" olarak bırakarak Hamidili topraklarını işgal eden Karamanlıların üzerine yürümek üzere Anadolu’ya geçti ve Karamanlılar’la Yenişehir'de bir anlaşma yaptı. Yenişehir’den ayrıldıkran sonra Ağustos ayında Mihaliç’te yeniçeri ağası Hızır Ağa ve diğer beylere tahttan oğlundan yana resmen çekildiğini duyurdu ve ordusu Edirne’ye dönerken kendisi Bursa’da kaldı.

II. Murad'ın 1444 yazında doğuda ve batıda barışı sağladığını düşünerek tahttan çekilmesi Edirne’de bir otorite boşluğu yaratarak devleti buhrana sürükledi. Dış siyasette ihtiyatlı davranmayı tercih eden Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile Mehmed’in etrafında toplanmış olan Şahabeddin, Zağanos, Turahan paşalar arasında rekabet baş gösterdi. Bu rekabet 1444-1453 yılları arasında Osmanlı Devleti’nde yaşanan başlıca politik gelişmelerin belirleyici etmenlerinden biri olmuştur. Ağustos başında Kral Ladislas’ın Osmanlılarla yapılan barışı geçersiz sayarak yeni bir Haçlı Seferine çıkacağını ilan etmesi başkent Edirne'de paniğe yol açtı ve halk şehri terk etmeye başladı. Konstantinopolis’te Rumların himayesinde olan ve Osmanlı tahtında hak iddia eden Orhan Çelebi de bu dönemde Çatalca yakınlarinda İnceğiz’e ve Dobruca’ya geçerek bir isyan girişiminde bulundu. Bu girişim Şahabeddin Paşa tarafından önlendi ve Orhan Çelebi Konstantinopolis’e kaçtı. Aynı dönemde başkentte kendini Hurufilik taraftarlarının elçisi olarak tanıtan bir İranlı halktan epey yandaş toplamıştı. Mehmed de İranlının öğretisine ilgi duymuş ve koruması altına almıştı. Ancak Müfti Fahreddin ve Sadrazam Halil Paşa’nın bu duruma tepki göstermesi üzerine Mehmed çok geçmeden desteğini çekmek zorunda kalmış ve sonunda başkentte bir Hurufi katliamı yaşanmıştı. Fahreddin-i Acemi tarafından "kâfir oldukları" gerekçesiyle Hurufiler'in canlarının alınması gerektiği yolunda bir fetva çıkartılması üzerine Hurufiler diri diri yakılarak öldürülür. Bu sırada şehirde çıkan yangında bedesten ile birlikte 7.000 ev kül olmuştu.
Varna Savaşı temsili Varna Savaşı temsili
Eylül ayı sonlarında Kral Ladislas önderliğindeki Hıristiyan ordusu Tuna’yı aşarak Edirne’ye doğru yürürken bir Venedik filosu da Çanakkale Boğazı’nı kapattı.

Sadrazam Halil Paşa’nın çağrısıyla II. Murat Anadolu Hisarı’nın bulunduğu noktadan Rumeli’ye geçerek Edirne'ye geldi ve 10 Kasım 1444’te hıristiyan ordusunu Varna’da ağır bir yenilgiye uğrattı. Varna Savaşı sırasında ve sonrasında Mehmed tahttan çekilmemişse de fiilen padişah II. Murad’tı. Zağanos ve Şahabeddin paşalar genç padişahın otoritesini güçlendirmek için Mehmed’i Varna Savaşı’na götürmek istemişler ama Sadrazam Halil Paşa buna mani olmuş ve onlara karşı II. Murad’a gerçek padişah muamelesi yapmıştı. Ancak II. Murad savaştan sonra oğlunun konumunu Konstantinopolis’teki Orhan Çelebi’ye karşı zayıflatmamak için fiilî durumu hakiki bir cülus haline getirmeden Manisa’ya çekildi.

Murat 1446’nın Mayıs ayında Sadrazam Halil Paşa’nın çağrısıyla bir kere daha Edirne’ye tahtına döndü. Bunun sebebi Mehmed’in Konstantinopolis’e saldırma planları yapıyor olmasıydı. Halil Paşa kendi gücünü zayıflatacağı düşüncesiyle bu saldırıya karşı gelirken Mehmed’in yandaşı olan Zağanos ve Şahabeddin bu planı destekliyordu. Sonunda Halil Paşa bir yeniçeri isyanı düzenleyerek Mehmed ve yandaşlarını iktidardan uzaklaştırdı.Murat’ın yeniden tahta geçmesi üzerine Mehmed Manisa’ya çekildi, Zağanos Paşa da Balıkesir’e sürgüne gönderildi.Manisa dönemi

Mehmed’in Manisa’daki ilk yıllarında neler yaptığına dair çok fazla bilgi yoktur. Babasının 1446’da Mora’ya düzenlediği sefere katılmamıştı. 1447 sonlarında ya da 1448 başlarında Arnavut kökenli bir hıristiyan köle olan Gülbahar Hatun’dan ileride padişah olacak Bayezid adında bir oğlu oldu.1448’de Macarlar ile yapılan II. Kosova Savaşı’nda babasına Anadolu birliklerinin önderliğinde eşlik ederek ilk defa bir savaşta yer aldı. 17 yaşına geldiğinde Gülbahar Hatun ile birlikteliğini tasvip etmeyen babası tarafından Dulkadir hanedanından Süleyman Bey'in kızı Sitti Hatun ile evlendirildi.

Mehmed Manisa’da bulunduğu sıralarda oldukça başına buyruk bir biçimde hareket etmişti. Onun rızasıyla Türk korsanları Ege’deki Venediklilere saldırıyordu. Hicri takvimle 852 (1448/1449) yılında Selçuk’ta kendi adına paralar bastırmıştı. 1449’un Ağustos veya Eylül ayında annesi vefat etti. 1450 yılında babasının İskender Bey üzerine yaptığı Arnavutluk seferine ve başarısızlıkla sonuçlanan Akçahisar Kuşatması'na katıldı.

Tahta ikinci çıkışı

II. Murat 1451’in 3 Şubat günü öldü. Mehmed babasının ölüm haberini Sadrazam Halil Paşa’nın özel ulakla Manisa’ya gönderdiği mektupla aldı. Anlatılana göre "Beni seven ardımdan gelsin!" diyerek atına atlayıp, kuzeye doğru yola çıkmıştı. Mehmed 19 Şubat 1451’de Edirne’de ikinci kez tahta çıktı. Çandarlı Halil Paşa’yı sadrazamlık makamında tuttu, İshak Paşa’yı da Anadolu Beylerbeyi olarak atadı ve babasının cenazesine eşlik etmek üzere Bursa’ya gönderdi. Daha sonra babasının İsfendiyaroğulları beyinin kızından olan sekiz aylık oğlu Küçük Ahmed’i boğdurttu. Bu şekilde kardeş katli yasası da uygulamaya konmuş oldu. Ahmet Çelebi'nin cenazesi de babası Murat'ınkiyle birlikte Bursa'ya gönderildi.

İstanbul Rumeli Hisarı İstanbul Rumeli Hisarı
Mehmed her ne kadar Çandarlı Halil Paşa’yı görevinde bıraktıysa da artık gerçek iktidar kendisiyle birlikte lalaları Şahabeddin Paşa ve Zağanos paşaların başını çektiği savaşçı kesimin eline geçmişti. Mehmed’in amacı Tuna’nın güneyindeki Balkan toprakları ile Fırat'ın batısındaki Anadolu topraklarını alarak büyük dedesi Yıldırım Bayezid’in oluşturmaya çalıştığı merkeziyetçi imparatorluğu kurmaktı. Ancak Bayezid'in aksine bunu yapmak için önce Konstantinopolis’i alması gerektiğini düşünüyordu. Öte yandan gerek batıda ve gerekse de Doğu Roma'da yeni padişah genç yaşı ve tecrübesizliği dolayısıyla ilk başta önemli bir tehdit olarak algılanmamıştı. Bu görüş Mehmed’in 1451’de Venedik, Ceneviz Cumhuriyeti, Macaristan ve Sırp Despotluğu ile babasının yapmış olduğu anlaşmaları yenilemesiyle pekişmişti. Mehmed Doğu Roma’ya da babası dönemindeki dostane ilişkileri devam ettireceğini ve Süleyman Çelebi’nin Konstantinopolis'teki oğlu Orhan için yıllık 300 bin akçe ayırdığını bildirmişti.

Mehmed’in yetersiz bir hükümdar olduğunu düşünen yalnızca hıristiyanlar değildi. Tahta geçmesinin ardından Karamanlılar yerel beylikleri yeniden diriltmek üzere ayaklandılar ve Seydişehir ile Akşehir’i ele geçirdiler. Bunun üzerine 1451’in yazında Mehmed Anadolu'ya geçti ve kısa sürede bu isyanı bastırdı. Bu sırada Mehmed’in Anadolu’da bulunmasını fırsat bilen Doğu Roma İmparatoru Konstantinos ulakları vasıtasıyla Süleyman Çelebi’nin torunu Şehzade Orhan’ın ödeneğinin yapılmadığını, ödeneğin ikiye katlanmaması halinde Orhan’ın Osmanlı tahtında hak iddia etmesine izin vereceği tehdidinde bulundu. Mehmed sorunu çözeceğini söyleyerek elçileri gönderdi ancak Edirne'ye döndükten sonra Orhan için ayrılmış olan gelirlere el koydu ve Konstantinopolis’in ablukaya alınmasını emretti.
İstanbul'un Kuşatılması İstanbul'un Kuşatılması
İstanbul’un fethi

Mehmed kuşatma hazırlıklarına 1451 sonlarında başladı. Boğaz’ın Anadolu yakasında büyük dedesi Bayezid’in yaptırmış olduğu Anadolu Hisarı'nın karşısına o dönemde Boğazkesen adı verilen Rumeli Hisarı’nın inşa emrini verdi. İmparator Konstantinos Mehmed’e hisarın yapımı için kendisinden izin alması gerektiğini bildirmek için elçiler gönderdi ancak Mehmed elçileri kabul etmedi. İmparator en son 1452’nin Haziran ayında barış görüşmeleri için bir kere daha elçilerini gönderdi ancak Mehmed elçileri yine reddetti. Bunun anlamı savaştı. Hisar 1452’nin Ağustos ayında tamamlandı. Böylece boğazın kontrolü Osmanlıların eline geçmiş oldu. Boğazdan geçecek gemiler bundan böyle geçiş parası ödemek zorundaydı. Aksi takdirde gemiler top atışıyla batırılacaktı. 1452 sonlarında ödeme yapmayı reddeden bir Venedik gemisi batırılmış, kaptanı ve tayfası tutuklanmıştı.

Söz konusu toplar Erdelli Urban adında bir top dökümcüsü tarafından yapılmıştı. Mehmed kendisinden Konstantinopolis’in surlarını yıkabilecek güçte bir top yapıp yapamayacağını sormuş Urban da "Ne Konstantinopolis, ne de Babil’in surlarının karşı koyabileceği bir top yapabileceğini" söylemişti

Öte yandan bu gelişmeler karşısında İmparator Konstantinos Papa ve İtalyan şehirlerinden umutsuzca yardım talebinde bulundu ama bunlar sonuçsuz kaldı. Yalnızca Cenova 1452’nin Kasım ayında yardım göndermeye karar verdi ve Giovanni Giustiniani komutasında 700 asker taşıyan Ceneviz kadırgaları 26 Ocak 1453’te Konstantinopolis’e vardı. İmparator Konstantinos, Giovanni Giustiniani’yi kara kuvvetlerinin başkumadan yaptı. Kostantinopolis’teki asker sayısı 8.000 civarındaydı, limanda 26 savaş gemisi bulunuyordu. Daha evvel 700 İtalyanı taşıyan yedi Girit ve Venedik gemisi Şubat ayında şehirden kaçmıştı. Osmanlı ordusundaki asker sayısı ise en az 50.000 idi. Ayrıca Mehmed yalnızca karadan kuşatmanın yeterli olmayacağını düşünerek bir donanma hazırlatmıştı. Bu donanma bahar aylarında boğazın Marmara girişine vardı

Osmanlı ordusu 23 Mart’ta Edirne’den hareket etti ve 2 Nisan’da Konstantinopolis’e vardı. Aynı gün Haliç’in girişi zincirle kapatıldı. Karargâhını Romanus kapısının karşısına Maltepe’ye kuran Mehmed son kez teslim çağrısında bulundu ama imparator reddetti.

İstanbul'un Fethi (1453) İstanbul'un Fethi (1453)
6 Nisan sabahı ilk saldırı başladı. Kuşatma, aralıklı çatışmalarla 53 gün sürdü. İmparator Konstantinos, Giustinani ile birlikte Romanus kapısını savunuyordu. Şehzade Orhan da Marmara kıyısındaki kıtalardan birini yönetiyordu. 20 Nisan günü Papa’nın gönderdiği üç Ceneviz gemisi ve Sicilya’dan gelen bir Rum yük gemisi şehrin açıklarında belirdi. Marmara denizinde yapılan savaşın sonunda akşam saatlerinde dört gemi Haliç’e girmeyi başardı. Donanmasını bir şekilde Haliç’e indirmesi gerektiğini anlayan Mehmed gemilerini karadan geçirmeye karar verdi. Bugünkü Dolmabahçe’den Kasımpaşa’ya uzanan güzergaha kalaslar döşendi ve 70 kadar gemi silindirler üstünde 22 Nisan sabahında Haliç’e indirildi. Böylece Haliç’in kontrolü Osmanlıların eline geçti. Öte yandan kuşatmanın yedinci haftasında Osmanlılar hâlâ kesin bir sonuç alamamıştı. Bu noktada Halil Paşa son bir kez Mehmed’i teslim çağrısı yapmaya ikna etti ancak imparator teklifi yine reddetti. Bunun üzerine Mehmed 24 Mayıs’ta ayın 29’unda karadan ve denizden büyük bir saldırı yapacağını duyurdu.

Son saldırı hazırlıklarını Zağanos Paşa düzenledi. Osmanlı ordusu 29 Mayıs’ın ilk saatlerinde taaruza başladı. Osmanlılar son taaruzu üç dalga halinde gerçekleştirdiler. İlk iki saat boyunca başıbozuklar surlara saldırdılar, ardından Anadolu birlikleri onların yerini aldı. Son olarak öldürücü darbeyi vurmak üzere yeniçeriler devreye girdi. Bu sırada yaralanan Giustiniani'nin savaş alanından ayrılması şehri savunanların arasında büyük moral bozukluğuna neden oldu. Nihayet sabah saatlerinde Osmanlı askerleri "Kerkoporta" adlı kapıdan içeri girmeyi başardılar ve kapının üzerindeki burca Osmanlı sancağını diktiler. Mehmed fethin ilk günü öğleden sonra şehre girdi. Ayasofya’ya giderek namaz kıldı ve min-baÊ¿d (bundan sonra) tahtım İstanbul'dur diye buyurdu.

Şehir zorla alınmıştı, bu yüzden dinî hukuka göre yağmalanabilirdi. Yağma üç gün sürdü. İmparator Konstantinos'un akıbeti meçhuldür. Kimi kaynaklar cesedinin bulunamadığını söylerken, Babinger gibi bazı tarihçiler imparatorun cesedinin mor ayakkabılarından teşhis edildiğini yazar. Alphonse Lamartine eserinde imparatorun cesedinin bulunduğunu ve Fatih'in Konstantin için Hristiyan usulü cenaze töreni düzenlediğini belirtir.Şehzade Orhan ise keşiş kılığında şehri terketmeye çalışırken yakalanıp idam edildi.

Fatih şehrin ticaret merkezi olan Galata’dan kaçmış olan Rumların ve Cenevizlilerin dönmesini sağladı. Rum Patrikhanesi’nin yeniden açılmasına izin verdi; ayrıca bir Yahudi hahambaşlığı ile bir Ermeni Patrikhanesi kurdurdu. II. Mehmed İstanbul’u, farklı dinlerden insanların bir arada yaşadığı, ticaret ve kültür merkezi olan bir başkent yapmayı amaçladı.

Yeni başkentin kurulması

Fethin hemen ardından Mehmed şehrin onarımına başladı. Amacı Doğu Roma’yı yıkmak değil onu Osmanlı yapısı içinde diriltmekti. Kuracağı imparatorluk bir İslâm devleti olmakla birlikte Doğu Roma gibi kozmopolit bir yapıya sahip olacaktı.

Fatih, Rum Ortodoks Patrikhanesi, Ermeni Patrikhanesi ve Yahudi hahambaşı bulunmasına izin verdi. 6 Ocak 1454’te Yorgo Skolaris'i yeni Ortodoks patriği olarak atadı. Ayasofya camiye çevrildiğinden Patrikliğe resmî makam yeri olarak Havariyun Kilisesi verildi. Şehirdeki Yahudilerin hahambaşı olarak Moşe Kapsali atadı. 1461 yılında ise Bursa Psikoposu Hovakim İstanbul Ermeni Patriği olarak atandı.
Mehmed Theodosius Forumu’nun olduğu yerde ilk sarayının inşasını başlattı. Daha sonraki yıllarda ise Sarayburnu’nda Topkapı Sarayı’nı inşa ettirdi.

Çandarlı Halil Paşa’nın idamı

Fatih, ilk tahta geçtiğinde ve İstanbul’un fethi sırasında sergilediği tutumlar nedeniyle, Çandarlı Halil Paşa’yı 10 Temmuz 1453 tarihinde Edirne'de idam ettirdi. Bazı kaynaklara göre Çandarlı Fatih'i sabırsız ve deneyimsiz buluyordu. Bu olay ile Fatih otoritesini pekiştirmiş oldu ve herkes genç hakana boyun eğdi.

Çandarlı Halil Paşa fetihten sonra idamına giden süreçte Yedikule’de Altın Kapı’da kırk gün hapis edildi. 10 Temmuz’da gözlerine mil çekildi ve daha sonra idam edildi. Boyun eğeceği yerde Hakan’a dik baktığı iddia edilir. Daha sonra oğlu İbrahim Paşa tarafından İznik’e götürülüp türbesine gömüldü. Çandarlı Halil Paşa, idam edilen ilk Osmanlı sadrazamıdır.

İstanbul'un Fethi İstanbul'un Fethi
Yeni fetihler

İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılara bağlılığını bildiren ve ele geçirdiği bazı kaleleri geri veren Sırplar, Macarlar ile iş birliği yaparak yeniden düşmanlıklarını göstermeye başlamışlardı. Bunun üzerine 1454 -1457 arasında üç kez peşpeşe Sırbistan’a sefer düzenlendi. Belgrad dışındaki bütün Sırp toprakları ele geçirildi.

Sırp Kralı Bronkoviç’in ölümüyle başlayan taht mücadelelerinden faydalanan Osmanlılar, Sırpları vergiye bağladılar. Taht kavgalarının yeniden alevlenmesi üzerine, Mora seferinde bulunan Fatih, Sırp meselesine son verilmesini emretti. Mahmut Paşa, 1459’da başkentleri Semendire’yi ele geçirilerek Semendire Sancakbeyliği’ni oluşturdu. Böylece Sırbistan’da 350 yıl sürecek Osmanlı hâkimiyeti başlamış oldu.

İstanbul’un fethinden sonra Bizans İmparatoru XII. Konstantin’in oğulları, rakipleri Kantakuzen ailesine karşı Mora’da, Osmanlıların yardımını istemişlerdi. Turahanoğlu Ömer Bey, akıncıları ile duruma müdahale etti ve muhalifler bertaraf edildi. Fakat bu sefer iki kardeş arasında mücadele başlamıştı. Bölge ülkelerinin Mora'yı istilâ niyetlerini bilen Fatih 1458’de harekete geçti. Korent’i ele geçiren Fatih, Mora’nın bir kısmını merkeze bağlayarak, burada bir sancak oluşturdu. Atina ve diğer bölgeler ise Osmanlı yönetimini kabul etti. Kardeşi Dimitrios’a karşı Arnavutların desteğini alan Tomas'ın Osmanlılarla yapılan anlaşmayı bozması üzerine 2.kez Mora’ya sefer düzenlendi. Tomas, Papa’nın yanına kaçmak zorunda kaldı.

Bölgeye çok sayıda Türk yerleştirildi. Venedikliler bölge halkını Osmanlılara karşı ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Ancak bunda başarı kazanamayan Venedik, Osmanlı kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı (1465).

Fatih Sultan Mehmed 1477’de Kırım Hanlığı’nı Osmanlı Devleti’nin egemenliği altına aldı. Candaroğulları’nın elindeki Sinop’u aldı.

Cenevizlilerin önemli üslerinden Amasra’yı aldı. 1479’da bir antlaşma yaparak Venedik'le 16 yıllık savaşa sona verdi. Venedik Arnavutluk’taki kaleleri Osmanlılara bıraktı, karşılığında Mora’daki bazı iskelelerden yararlanma hakkı elde etti. Fatih Venedik’le anlaşmaya varınca, İtalya’nın öteki önemli kent devletlerine savaş açtı. 1480’de İtalya’nın güneyindeki Otranto limanını ele geçirdi. Otranto, Roma’ya giden yolda bir köprübaşı olduğu için bu olay Avrupa’da büyük yankı uyandırdı.

Fetih 1453 Fetih 1453
Bosna-Hersek seferleri ve Bosnalıların Müslüman oluşu

Osmanlılara vergi yoluyla bağlı olan Bosna Kralının, anlaşmalara riayet etmemesi üzerine Üsküp’ten harekete geçen Fatih, Sadrazam Mahmut Paşa ve Turahanoğlu Ömer Bey’e Bosna’nın tamamen fethedilmesi emrini vermişti. 1463 yılındaki seferle Bosna Kralı Osmanlı hâkimiyetini yeniden tanıdı. Ancak şeyhülislamın da fetvasıyla sonra öldürüldü ve bu topraklarda Bosna Sancakbeyliği oluşturuldu. Fakat ordunun İstanbul'a dönmesi üzerine aynı yıl, Macar kralı Bosna’ya girdi.

İkinci kez düzenlenen seferle Osmanlılar, Yayçe dışındaki bütün kale ve şehirleri yeniden ele geçirdiler. Bosna seferleri esnasında Hersek Kralı Stefan da ülkesinin bir kısım toprağının Osmanlılara doğrudan bağlanması şartıyla tahtında bırakılmıştı. Ancak 1483 yılında Hersek tamamen Osmanlı toprağı hâline gelecektir. Fatih, Bosna'yı Osmanlı topraklarına kattığı zaman "Bogomil" mezhebindeki Bosnalılara çok iyi davranmıştı. Hem Katolik hem de Ortadoksların kendi kiliselerine almak için baskı yaptıkları Bogomiller bu sebeple Osmanlı yönetimine sıcak bakmışlar ve kendilerine sağlanan din ve vicdan hürriyetinden etkilenerek zamanla Müslüman olmuşlardı. Bu Müslüman Bosnalılara "Boşnak" denilmektedir.

Fatih devrinde Osmanlıların karada en güçlü komşusu ve rakibi Macarlar, denizde ise Venedik idi. Macarlar bu dönemde tek başlarına Osmanlılarla baş edemeyeceklerini bildiğinden, doğrudan bir savaşı göze alamamış, Fatih de tabiî sınır olan Tuna’yı geçmeyi düşünmemiştir. Ancak akıncılar vasıtasıyla, Macaristan’a güvenliğin sağlanmasına yönelik yüzlerce başarılı akın düzenlenmiştir. Keza Venedik Cumhuriyeti de Osmanlılarla doğrudan karşılaşmaktansa Balkanlardaki diğer devletleri kışkırtmayı yeğ tutmuştur. Güçlü donanmasıyla Mora ve Ege’deki adalara sahip olmak isteyen Venedik, Osmanlılar karşısında istediği sonucu alamamış, aksine pek çok ada ve kıyı kaleleri Osmanlıların eline geçmiştir.

Fatih’in Bosna Fransiskanları’nın özgürlüğü ile ilgili fermanı:

"Ben, Sultan II. Mehmet Han,
bundan böyle bütün Dünya'ya ilân ediyorum ki,Bosna Fransiskanları bu ferman ile benim korumam altındadır. Ve emrediyorum ki:
Kimse bu insanlara veya kiliselerine zarar vermeyecek! Devletimde barış içinde yaşayacaklar. Göçmen haline gelmiş bu insanlar, güvende ve özgür olacaklar. Devletim sınırları içerisinde olan manastırlarına geri dönebilirler.Devletimden hiçbir önemli kimse, vezirler, kâtipler veya hizmetkârlar onların izzetlerini kıracak ya da onlara zarar verecek bir şey yapmayacaklar!Kimse onlara hakaret etmeyecek, tehlikeye atmayacak ya da kendilerine veya mallarına veya kiliselerine saldırmayacak!Ayrıca, bu insanların kendi memleketlerinden getirdikleri şeyler ve kimseler de aynı haklara sahiptir...Bu fermanı buyurarak, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın ve onun Resûlünün ve ondan önceki 124,000 peygamberlerin adına kılıcım üzerine yemin ederim ki; hiçbir vatandaşım bu fermanın aksine hareket etmeyecek!"

Eflak ve Boğdan seferleri

Yıldırım Bayezid zamanında vergiye bağlanan Eflâk Prensliği’nin başına Fatih tarafından III. Vlad (Kazıklı Voyvoda) getirilmişti.(1456) Osmanlılara bağlı görünen Vlad aslında gizliden gizliye düşmanlık ediyordu. Vlad’ın Fatih’in elçilerini kazığa oturtarak öldürmesi üzerine 1462 yılında Fatih, Eflak’a bir sefer düzenledi. Boğdan’dan da yardım alan Osmanlı kuvvetleri Voyvoda'yı uzun süre takip etti. Neticede, sığındığı Macarların, Osmanlılarla yaptığı anlaşma üzerine Vlad’ı esir etmeleri ile mesele çözüldü. Fatih voyvodalığa Radul'u getirdi ve Eflâk bir Osmanlı eyaleti hâline geldi.

1455’ten itibaren Osmanlı Hâkimiyetini tanıyan Boğdan Prensliği’nin Kefe'nin fethinden sonra izlediği düşmanca siyaset üzerine Osmanlı kuvvetleri 1475 yılında Racova Savaşında yenilmesine rağmen 1476'da Boğdan'a girdi. Fatih'in bizzat başında olduğu Osmanlı kuvvetleri Boğdan ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Böylece Boğdan da yeniden Osmanlı hâkimiyetini tanımış oldu. Kesik başı Fatih Sultan Mehmet'e teslim edilen Kazıklı Voyvoda'nın mezarının yeri bilinmemektedir.

Arnavutluk seferleri

Papalık ve Napoli Krallığının desteği ile harekete geçen Arnavutluk hâkimi İskender Bey, vurkaç taktiği ile Osmanlı kuvvetlerine baskınlar düzenlemekteydi. Bunun üzerine Fatih, bizzat sefere çıkmaya karar verdi. 1465 yılında gerçekleşen I. seferde, İlbasan Kalesi’ni yaptırıp, içine asker yerleştiren Fatih, Balaban Paşa'yı bölge için görevlendirerek, geri döndü. Ancak, Papa ve diğer devletlerden aldığı kuvvetlerle Türklere saldıran İskender Bey, Balaban Paşa’yı şehit etti ve İlbasan kalesi’ni kuşattı. Bunun üzerine Fatih II. Arnavutluk Seferine çıktı (1467). Ele geçirilen topraklarda yeni garnizonlar oluşturuldu. Bu sırada İskender Bey ölmüş ve yerine oğlu Gjon Kastrioti II geçmişti. Fatih başlattığı 3. Arnavutluk seferinde Arnavutların elinde kalmış olan Kroya ve İşkodra kuşatıldı. 1479’da Arnavutluk da bir Osmanlı vilayeti durumuna geldi.

Trabzon Rum Devleti’nin yıkılışı

1461’de Pontus Devleti'nin (Trabzon İmparatorluğu) başkenti Trabzon’u ele geçirdi ve bu devletin varlığına son verdi. 1462’de yeniden Rumeli seferine çıktı. Eflâk’ı Osmanlı Devleti'ne bağladı ve 1463'te Bosna'yı tamamen ele geçirdi. Aynı yıl Ege Denizi’ndeki Midilli Adası'nı alınca Venedikliler’le arası açıldı. Bu olay, 1479’a kadar sürecek olan savaşın da başlangıcı oldu. Fatih'in Ege'de fethettiği adalar; Taşoz, Eğriboz, Limni, Semadirek, İmroz, Midilli ve Tenedos’dur. 1465’te Hersek’in büyük bölümünü, 1466'da da Arnavutluk’taki bazı kaleleri fethetti.

Fatih’e karşı Karamanoğulları ve Akkoyunlular ittifakı

Osmanlı Devleti'nin gelişen bu gücü karşısında Karamanoğulları, Doğu Anadolu'daki Akkoyunlular’la ittifak kurdu.
Fatih, 1466’da yeni bir Anadolu seferine çıktı. Karamanoğullarının başkenti Konya’yı ele geçirdi. Ama İstanbul'a dönünce Karamanoğulları, Osmanlılara geçen yerleri geri aldılar. Sonradan sadrazam olacak olan Gedik Ahmed Paşa 1471’de Karamanoğullarını bir kez daha yenilgiye uğrattı. Akkoyunlular, Karamanoğullarını desteklemeye devam ettiler. 11 Ağustos 1473’te Otlukbeli Savaşı’nda Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı ağır bir yenilgiye uğrattı. Ertesi yıl da Karamanoğulları Beyliği'ni tamamen ortadan kaldırdı.

Yenilikleri ve kanunnameleri


Fatih, askeri başarılarla Osmanlı Devleti’ni büyük bir imparatorluğa dönüştürdü. Bilime, tarihe ve felsefeye özel ilgi gösterdi. Türkçeden başka Arapça, Farsça, Latince ve Yunanca kitaplardan oluşan özel bir kütüphanesi vardı. Avni takma adıyla şiirler yazdı. Şiirleri Fatih Divanı (1944), Fatih’in Şiirleri (1946), Fatih ve Şiirleri (1959) gibi adlar altında basıldı. Bilim adamlarını ve edebiyatçıları destekleyen Fatih, nesir ustası Sinan Paşa ile şair Ahmed Paşa’yı vezirliğe kadar yükseltti. Ünlü matematikçi ve astronomi bilgini Ali Kuşçu’nun İstanbul’da kalmasını sağladı. Fatih, İtalyan ressam Gentile Bellini’yi 1479’da İstanbul’a getirterek resimlerini yaptırdı.

Fatih, Osmanlı Devleti’ne düzenli ve sürekli bir yapı kazandırmak için önemli düzenlemeler yaptı. Yönetim, maliye ve hukuk alanında koyduğu kuralları içeren Fatih Kanunnamesi, sonraki dönemde de yürürlükte kaldı. Bu kanunname, tahta çıkan padişaha devletin geleceği (nizâm-ı âlem) için kardeşlerini öldürme hakkı veriyordu.Fatih’in Osmanlı devlet düzenine ilişkin temel ilkelerin pek çoğu, Tanzimat dönemine kadar geçerliliğini korudu. Fatih’in saltanatı döneminde Osmanlı ülkesinde 500'den fazla mimari yapı yapıldı. Onun adına yapılan en önemli yapı, İstanbul'da bir cami ile medrese, kitaplık, imarethane (aşevi), darüşşifa (hastane), hamam, kervansaray gibi birimleri kapsayan Fatih Külliyesi’dir.

Eğitim ve kültür

Fatih Sultan Mehmed'in tarihteki en önemli yanlarından birisi de eğitime verdiği önem olmuştur. Üniversite anlamında Osmanlı tarihinde ve dünya tarihinde bilinen en eski eğitim kurumlarından olan Sahn-ı Seman’ı kurmuştur. Sahn-i Seman İstanbul’un ilk Türk yükseköğretim kurumudur. Sahn-ı Seman medreseleri Fatih Külliyesi içindeki en yüksek düzeyli medreseler idiler. Sahn-ı Semân’ın eğitim müfredatının hazırlayıcılarından biri çağın önemli bilim adamı Ali Kuşçu’dur. Medreselerde Ali Kuşçu tarafından düzenlenen bir okutma planının olduğu, hattâ bunun “Kânûnnâme” şeklinde yapıldığı bilinmekle birlikte, bugüne kadar incelemesi yapılan Osmanlı arşiv belgeleri arasında ele geçirilememiştir. Bu kanunnamenin aslının 1918 yılında külliyede çıkan yangınla yok olması da olasıdır. Sahn-ı Semân, Kanuni tarafından açılan Süleymaniye Medresleri zamanına kadar nakli ve akli bilimlerde öğrenci yetiştirmekteydi. Kanuni devrinde bu medreseler şer’î ilimler ihtisası yapılan medreseler olmuşlar, Süleymaniye Medreseleri de aklî ilimlerin ihtisas yeri olmuştur.

Ali Kuşçu, Fatih tarafından astronomi eğitimi için Semerkant'a gönderilmiş ve daha sonra 1570’te Takiyuddin tarafından Tophane’de kurulacak gözlemevinin ilk çalışmalarını yapmıştır.

Ölümü

Fatih 1481’de, Anadolu’ya doğru yeni bir sefere çıktı. Ama daha yolun başında hastalandı ve 3 Mayıs 1481’de Gebze yakınlarınndaki Hünkar Çayırı'ndaki ordugâhında öldü. Gut hastalığından öldüğü sanılmakla birlikte, zehirlendiği de söylenir. Ölümünden sonra oğlu Bayezid tahta çıktı. Fatih Camii’ndeki türbesinde yatmaktadır. Seferi nereye düzenlediği tam olarak bilinmemektedir. Zira Fatih bu bilgiyi seferin güvenliği açısından çok gizli tutuyor ve kimseye söylemiyordu. Ancak tarihçiler seferin Mısır’a ya da Roma’ya (Papalık) olacağı yönünde tahminler yürütmektedir. Ama başka kitaplar ve tarihçiler ise farklı yerlere fetih düzenleyeceği görüşündeydi. Birlikleri Üsküdar’da topladığı ve hazırlıkları başlattığı için seferin İtalya’ya olma olasılığı günümüz tarihçileri tarafından makul bulunmamaktadır.

Eğitim Hayatı

Fatih Sultan Mehmed çocukluğundan itibaren yoğun bir İslami ve ilmi eğitim aldı. Kendisinden önceki altı padişah gibi o da askeri hususlarda bilgi ve tekniğe sahipti. Fatih Sultan Mehmed, birçok tarihçi tarafından bir Rönesans hükümdarı olarak tanımlanmaktadır. Fatih, İtalya ve İtalyan kültürünü tanıyan nadir bir Doğu hükümdarıydı. Sultan Mehmed'in yanında bulundurduğu Rum tarihçi Kritvulos, onun kendi anadili olan Osmanlı Türkçesi dışında Arapça, Farsça, İbranice, Keldanice, Slavca, İtalyanca, Yunanca ve Latince bildiğini ifade etmektedir. Fatih'in özellikle İstanbul'un fethinden sonra zengin bir kütüphanesi vardı ve binlerce ciltlik kitaba sahipti. Antik tarihe meraklı olan padişah, Pulutarque'nin Geographia isimli eserini Yunanca'dan Türkçeye çevirerek coğrafi bilimlere olan ilgisini göstermiştir. Fatih'in sarayında Yunanca ve İtalyanca bilen iki katip bulunuyor ve padişaha eskiçağ tarihiyle ilgili bilgiler veriyordu. Mitolojiyle ilgilenen Fatih, Homeros'un meşhur İlyada Destanı'nın kopyasını hazırlatmıştı.Fatih'in yanında bulunan İtalyan nedimesi ona Antik Yunanistan'daki düşünürlerin ve Romalı tarihçilerin eserlerini okutmuştu. Fatih papaların, imparatorların, Fransa krallarının, Büyük İskender'in Lombardların vekayinamelerini okumuştu. Bizanslı aydın Gregorios Phrantezes, Fatih'in Büyük İskender, Roma imparatoru Augustus, Bizans imparatoru Büyük Konstantin ve Theodosios gibi şahsiyetlere karşı hayranlık beslediğini söyler. Ayrıca Fatih ateşli silahlara karşı yoğun ilgi göstermiş, tarihteki ilk havan topu olduğu bilinen şahinin çizimlerini bizzat kendisi yapmıştır.

Divan edebiyatında Fatih Sultan Mehmed, Avni mahlasıyla şiirler yazmıştır. Yine padişah, huzurunda felsefi tartışmalar yaptırıyordu. Ali Kuşçu, Georgios Trapezuntios ve Hocazade gibi devrin büyük zekalarını korumuş, Hristiyan bilim adamları ve sanatkarları sarayına davet etmiş, onlara iltifat ve ikramlarda bulunmuştur. Fatih ayrıca İtalyan ressam Gentile Bellini'ye kendi hususi resmi olmak üzere çeşitli portreler ve heykeller yaptırmıştır. Hristiyanlığı yakından tanımak isteyen Fatih, İstanbul Ortodoks Kilisesine patrik olarak atadığı Gennadios ile Hristiyanlık akaidi üzerine müzakereye girişmiş ve bu müzakerenin yazılmasını istemişti. (Gennadios İtikadnamesi) Hatta bu durum Avrupa'da Fatih'in Hristiyanlığa meylettiği şeklinde yorumlanmış ve Papa II. Pius padişahı Hristiyanlığa davet eden bir mektup kaleme almıştı.

Ailesi
Eşleri
  1. Emine Gül-Bahar Hatun - (II. Bâyezid’in ve Akkoyunlular’a gelin giden Gevherhan Sultan’ın annesidir.)
  2. Helene Hatun - Mora Despotu olan Demetrus’un kızıdır.
  3. Alexias Hatun - Bizans prenseslerindendir.
  4. Gülşah Hatun - Karamanoğulları Beyliği’nden İbrahim Bey’in kızı, Karaman Sancakbeyi Şehzade Mustafa' nın annesidir.[59]
  5. Sitti Mükrime Hatun - Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in kızı.
  6. Çiçek Hatun - Türkmen Beyi kızı, Cem Sultan’ın annesidir.
  7. Anna Hatun - Trabzon İmparatoru’nun kızıdır. Evlilikleri kısa sürmüştür.
    Erkek çocukları
  8. II. Bayezid
  9. Mustafa
  10. Cem Sultan
    Kız çocukları
  11. Gevher Sultan. Akkoyunlu Uzun Hasan’ın oğlu Uğurlu Mehmet Bey ile evlendi.
 
Büyük İskender Büyük İskender
11. Büyük İskender

Kim demiş girdiği tüm savaşları kazanacak, o zaman bilinen dünyanın yarısını fethedecek (istila edecek), Persleri yerle yeksan edecek komutanın uzun boylu olması gerektiğini! Adam 1 metre 50 santimmiş. Biz de bu boyu küçük, şanı büyük komutanı bir analım istedik. Tamam, sonuçta Makedon değiliz, kalkıp da “Hey gidi İskender, şanlı tarihimizin büyük kumandanı” diyecek halimiz yok. Ama adam, çok uzun süreli olamasa da, devasa bir toprak parçasını tek çatı altında birleştirmesinden dolayı böyle bir listeyle anılmayı hak ediyor.

Büyük komutan, II. Aleksandros (Megas Alexandros) M.Ö.356 yılının 20 Temmuz günü, bugünkü Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan Pella’da doğdu. Makedonya kralı II. Philip’in oğlu olan İskender, Türk tarih literatüründe İskender Rumî ya da Makedonyalı İskender olarak da bilinir. M.Ö. 336-M.Ö. 323 yılları arasında Makedonya’ya krallık yapan İskender, tarihin gördüğü en büyük imparatorlardan biri kabul edilir. Doğduğu gün odanın penceresine iki kartal konduğu, göktaşı yağmuru olduğu ve Artemis Tapınağı’nın yıkıldığı rivayet edilir.

İyi bir öğrenim gördü

Öğrenmeye her zaman açık olan İskender, Aristoteles gibi isimlerden eğitim aldı. İskender Aşil’i (Akhilleus) idol olarak görüyordu, kibirli ve gururluydu. Arkadaşlık ilişkilerine çok önem verirdi. Babası Philip gibi sert, geçimsiz birisi değildi, dolayısıyla hiç kimse İskender’in o istila senin bu istila benim koşturacağını tahmin etmedi. Babası Philip koruması tarafından öldürülünce taht İskender’e kaldı. İskender, kendisinden beklenmedik bir şekilde, başa geçer geçmez bazı devlet adamlarını öldürttü, ayaklanma çıkan yerlerde (mesela Thebes’te) binlerce kişiyi katletti.

Perslere karşı tüm şehirlerden destek istedi

Ayaklanmaları bastırıp yerini sağlamlaştırdıktan sonra, tüm Yunan şehirlerinden kendisine destek olmalarını istedi. Halka, onları büyük Pers işgalinden kurtaracağına dair söz veren İskender, eski Yunan sitelerine ve kültürüne yeniden sahip olacaklarını da söyledi. Persler o yıllarda, Orta Asya ile Balkanlar arasındaki çok büyük bir coğrafyada -tam tabiriyle- istedikleri gibi at koşturuyorlardı.

Dönüş yolunda fetih üstüne fetih

Tahta çıktığında, Trakya, Thebes, İlirya ve Teselya’da kargaşa hakimdi. İskender’in ilk işi bu duruma müdahale etmek oldu. İlk olarak Teselya’daki karışıklığı giderdi, ardından diğer tüm Yunan devletlerindeki sorunları çözdü. Bu gelişmeler üzerine Corinth’te (ya da Korent) toplanan kongre, Asya’nın zapt edilmesine yönelik plan için, İskender’e başkumandanlık görevi verdi. M.Ö. 335’te Makedonya’ya dönüş yolundayken Trakya’ya girdi. Triballeri yenip Tuna Nehri’nin diğer tarafındaki Getaları ezdi. Ardından Makedonya’yı istila eden (ya da etmek için uğraşan) İliryalılar’ı darmadağın etti. Bu çatışmalar sırasında öldüğüne dair söylenti yayılınca Atina’da bir ayaklanma çıktı. Askerleri ile günde 25-30 kilometre yol kat ederek Yunanistan’a girdi ve Tebai’yi yerle bir etti (Sadece tapınaklara ve şair Pindaros’un evine dokunmadığı söylenir). Sonu 6 bin ölü, binlerce satılık köle. Bu gözdağından sonra tüm Yunan devletleri –Sparta hariç- Makedonya’nın büyüklüğünü kabul etmek zorunda kaldı.

Büyük iskender Asya Seferinde Büyük iskender Asya Seferinde
Asya seferi için hazırlıklara başlıyor

Tahta oturduğundan beri en büyük hedefi Pers İmparatorluğu’nu ele geçirmekti ve halkına da böyle bir söz vermişti. Bulunduğu coğrafyada barışı sağlayınca Asya seferi için hazırlıklara girişti. Zira krallığın borçları vardı ve ordusunu beslemek için kaynak bulması gerekiyordu. Bu ve benzeri sebeplerle M.Ö. 334’te 35 bin askerle harekete geçti. Bu seferde İskender’e mühendisler, mimarlar, bilimadamları ve tarihçiler de eşlik ediyordu. Perslerle karşılaşmadan önce Aşil’in mezarını ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında, şans getirmesi için Aşil’in kalkanını aldığı da söylenir hatta.

Pers ordusuyla ilk savaş Çanakkale’de

Pers ordularıyla ilk olarak Granikos’ta (Bugün Çanakkale’nin Biga ilçesinde bulunan bir akarsu) karşı karşıya geldiler. Buradaki çarpışmada İskender III. Darius’u yendi ve böylece Anadolu’daki Pers hakimiyeti zayıflamaya başladı. Milet ve Halikarnassos kentlerinin direnişini kırdı ve yöneticilerinin teslim olmasını sağladı. M.Ö. 333 kışına kadar Batı Anadolu’nun tamamı İskender’in eline geçmişti. İskender ele geçirdiği yerlerdeki tiranları sürerek buralarda demokrasinin hakim olmasına ön ayak oldu, ama kentleri de doğrudan kendine bağlamayı ihmal etmedi.
Güneye ilerlerken Gordion Düğümü’nü kesti

333 yılı baharında Perge’ye ulaşmıştı İskender. Tam bu kısımda bir söylence devreye giriyor. Bu söylenceye göre İskender Frigya’dan geçerken, Asya’ya hükmedecek kişinin çözebileceğine inanılan Gordion Düğümü’nü kesti. Sonra Ankry’a (bildiğiniz Ankara), oradan da Kapadokya ve Kilikya üzerinden güneye indi. Misis Köprüsü’nden geçip (İskenderun yakınlarındaki) Miryandros (Myriandros) dolaylarında karargâh kurdu.

Perslerle ikinci çarpışma: İssos (İssus)

İskender karargâhını kurduğunda, Pers İmparatoru III. Darius da Pinaros Çayı (bugünkü Deliçay) kıyısında savaş düzeni almıştı. M.Ö. 333 sonbaharında İssos’ta (Dörtyol-Erzin arasında yer alır) yaşanan savaş, Darius’un kesin yenilgisiyle sonuçlandı. Darius o kadar çaresiz bir duruma düştü ki, ailesini bile savaş meydanında bırakıp kaçtı.

Durmuyor, ilerlemeyi sürdürüyor Büyük İskender

İskender, zafer sonrasında Persleri donanmasız ve üssüz bırakmak için Suriye ve Fenike’ye doğru ilerlemesini sürdürdü. Önüne çıkan tüm Pers kentlerini kolaylıkla almasına karşın, Tiros’ta (bugünkü Sur kenti) çok sert bir direnişle karşılaştı. Tiros, İskender’in bütün kuşatma taktiklerine rağmen direndi, hem de 6-7 ay boyunca. Sonunda M.Ö. 332’nin Temmuz ayında Tiros da düştü. Tiros halkı bu direnişin bedelini çok ağır ödedi. Tüm kent İskender’in askerleri tarafından yağmalandı, kentteki tüm erkekler öldürüldü, tüm kadın ve çocuklar da köle olarak satıldı.

Darius’tan barış teklifi

Tiros kuşatması sürerken Darius barış teklifinde bulundu. İskender de, kendisini Asya’nın efendisi olarak tanıması şartıyla teklifi kabul edeceğini bildirdi. Darius da 10 bin talent fidye ödemeyi ve Fırat Nehri’nin batısında kalan toprakları İskender’e bırakmayı teklif etti. Tam da bu süreçte, komutan Parmenion’un “İskender’in yerinde ben olsam kabul ederdim” dediği, İskender’in de buna karşılık “Parmenion olsaydım, ben de kabul ederdim” şeklinde karşılık verdiği anlatılagelir.

Kendi adıyla şehir kurdurdu: Alexandreya (İskenderiye)

Suriye’yi Parmenion’a emanet eden İskender daha da güneye ilerleyerek Gazze’ye vardı. Burada da direnişle karşılaştı. Bu direnişi de iki ay gibi bir sürede kırdıktan sonra, Kasım 332’de Mısır’a girdi ve burada, Perslerin baskısından bıkan, dolayısıyla da onu kurtarıcı olarak gören halkın sevinç gösterileriyle karşılandı. Bir kış boyunca Mısır’da yönetim düzenlemesi yaptı, Alexandreya (İskenderiye) kentini kurdurdu. Mısırlı yöneticiler atadı ama orduyu Makedonyalıların komutasına verdi. Mısır’ın da ele geçirilmesiyle birlikte İskender Doğu Akdeniz’de kesin denetim sağlamış oldu. Büyük komutan, o fetih benim bu fetih senin koşadursun, Siva’da ünlü bir kahinin İskender’i Zeus’un oğlu ilan etmesiyle birlikte, İskender’in halkın gözündeki yeri imparatorluktan tanrılığa yükseldi.
Darius inat ediyor: Gaugamela Savaşı

İskender Suriye’ye de bir satrap (bir çeşit vali) atadıktan sonra Mezopotamya’ya ilerledi. Ninive’yle Arbela (Erbil) arasında Darius’la yeniden karşı karşıya geldi. Yenilgilere doymayan Darius bu savaşta da İskender’in gücü karşısında ezildi (ki Darius’un İskender’in 40 bin kişilik ordusuna karşı yaklaşık 300 bin kişilik bir orduyu yönettiği söylenir) ve kaçmak zorunda kaldı. İskender güneye inerek Babil’i aldı ve Zagros Dağları’nı aşarak İran’ın iç kısımlarına yöneldi. Kserkses’in (Xerxes) Yunanistan’da yaptıklarına bir misilleme olarak, onun Persepolis’teki sarayını törenler eşliğinde yaktı. İskender’in Persepolis’te bir kütüphaneyi yaktığı da söylenir. Zira vakti zamanında hocası Aristotoles’e “Bir ülkeyi tamamen yok edebilmek için ne yapmak gerekir?” diye sorduğu, hocadan da “Kütüphaneleri yakmalısın” cevabını aldığı yazılagelir.

Amacı “Asya’nın Efendisi” olmak

M.Ö. 330’da Media’ya girdi ve başkent Ekbatana’yı aldı. Asya’nın efendisi olmak için yanıp tutuşması, onu daha da doğuya yöneltti. Kısa sürede önce Hazar kıyılarına, sonra da Afganistan’ın içlerine ulaştı. Bu duruma gelinceye kadar geçen süreçte, oluşturduğu yeni sistem eski komutanlarını rahatsız ediyordu. Anlaşmazlıklar derinleşince İskender Parmenion’u kendisine suikast düzenlemekle suçladı ve hem onu hem de oğlunu öldürttü. Kuzeye doğru ilerlemesi sürerken Baktria’nın satrabı Bessus ayaklandı. Bu ayaklanmayı da bastırdı. Siri Derya’ya (Seyhun Nehri) doğru ilerledi ve burada İskitler’le karşı karşıya geldi. İskitlerin ve diğer göçebe halkların sert direnişini ancak M.Ö. 328’in sonbaharında bastırabildi.

İktidarın insanı getireceği son nokta: Despotluk

İskender, Pers topraklarının havasını soluya soluya giderek doğulu bir diktatöre dönüştü. İçinden geldiği kültürde olmayan gelenekleri benimsemeye ve uygulatmaya başladı. Bir komploya karıştığını düşündüğü tarihçi Kallisthenes’i hapse attırdı. Bu durum İskender’in, dönemin bilgin ve filozoflarının desteğini kaybetmesine sebep oldu.

Sırada Hindistan var

İskender ele geçirdiği topraklardan yeni askerler topladı ve yepyeni bir ordu kurdu. Bu yeni orduyla Hindistan’a doğru ilerlemeye başladı. M.Ö. 326 yılının baharında İndus Nehri yakınındaki Taksila’ya girdi. Hydaspes ve Akesines arasındaki bölgeye hükmeden hükümdar Poros’u yendi. Bu başarıya binaen Aleksandreia Nikaia ve Boukephalia (İskender’in çok sevdiği ölen atı Bukefalos adına) kentlerini kurdu. Daha da ilerlemeye başlamıştı ki ordusunun ayaklanmak üzere olduğunu duydu ve geri dönmeye karar verdi.

Fethettiği yerler Fethettiği yerler
Dünyanın fatihi beklenmedik bir şekilde ölüyor

Hindistan’la deniz bağlantısı kurmak için Arabistan kıyılarına sefer hazırlıklarına başladı. Ayrıca Babil’de sulama kanalları yaptırmayı ve yeni kentler kurmayı planlıyordu ki uzun, içkili bir eğlencenin ardından hasta düştü. M.Ö. 323 yılında, henüz 33 yaşındayken öldü. Ölümünün sorumlusu olarak “akçöpleme” denilen bir bitki görülür. İskender’in hastalandıktan sonra bu bitkiyi ilaç olarak kullanmaya başladığı, bir an önce iyileşmek için de dozu fazla kaçırdığı ve bunun da ölümüne sebep olduğu söylenir (bir diğer söylenti de zehirlendiği yönündedir). 12 yıllık iktidarında imparatorluk topraklarını Yunanistan’dan Hindistan’a kadar genişletti. Ölümünden sonra 200 yıl kadar varlığını sürdüren Makedonya Krallığı, Roma’nın karşısında geriledi ve M.Ö. 149’da Roma’nın bir eyaleti haline geldi. Ölmesine yakın kendisine sorulan “Bu kadar büyük bir imparatorluğu kime bırakıyorsun” sorusuna, “En güçlünüze” diye cevap verdiği söylenir.

Bukefalos (Bucephalus) İskender’in atının adı. Hikâyesi bile var. Tesalyalı Philonikos’un Philip’e (İskender’in babası) hediye olarak getirdiği vahşi bir at İskender’in gözüne çarpıyor. At çok vahşi olduğu için üstüne bir Allah’ın kulu binemiyor. İskender bu ata göz koyuyor ve babasından atı istiyor. Babası da atın çok huysuz ve vahşi olduğunu, kendisine başka bir at seçmesini söylüyor. İskender ille de o atı istiyor ve atın kendi gölgesinden korktuğunu fark ediyor. Atı güneşe doğru çeviriyor ve kulağına bir şeyler fısıldıyor. Sonra da üzerine biniyor ve Hydaspes Savaşı’nda ölene kadar da Bukefalos’un üzerinden hiç inmiyor. İskender ve Bukefalos ile ilgili anlatılagelen hikâye bu. Hatta bu olay üzerine (Plutarkos’un aktardığına göre) babasının İskender’e “Git kendine başka bir memleket ara oğlum. Burası senin için çok küçük” dediği söylenir.

“Gölge etme, başka ihsan istemem” sözünü en az 1 milyon kere duymuş, geyiğine de olsa bir yerlerde kullanmışsınızdır. Hah, işte o söz filozof Diyojen’e aittir. Corinth’e geldiğinde kendisini ziyarete gelen İskender “Dile benden ne dilersen” demiştir Diyojen’e. Fıçıda kedisiyle köpeğiyle yaşamaktan gayet bahtiyar Diyojen de lafını esirgememiş “Gölge etme, başka ihsan istemem” diyerek yapıştırmıştır cevabı. İskender de dost sohbetlerinde “İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim” demiştir.
 
Alexander Graham Bell Alexander Graham Bell
12. Alexander Graham Bell

Alexander Graham Bell, 3 Mart 1847’de İskoçya’nın başkenti Edinburgh’da doğdu. Annesi doğuştan sağır olan Bell’in dedesi ve babası da yıllarını işitme engellilere adamıştı. Özellikle babası, işitme engellilere duymasalar bile konuşmayı öğretmenin yollarını geliştirmeye çalıştı.

Graham Bell, belki de bu sebeple küçük yaştan itibaren, daha sonradan çok işine yarayacak olan ses ve sesin iletimi konusunda epey bilgiye sahip oldu. İki kardeşi veremden ölünce, babası kalan tek oğlunun sağlığı için Kanada’ya yerleşti. Babasının ölümünden sonra, onun çalışmalarını tanıtmak ve yaymak için çabalayan Graham Bell, ABD’ye gitti. Burada bir süre işitme engellilere dil öğretmeni yetiştiren bir okulda çalıştı. Daha sonra kendi okulunu kurdu.

Ünü kısa sürede yayılan Bell, Oxford Üniversitesi’ne konuk öğretmen olarak çağrıldı. İngiltere’de eline geçen Alman Hermann von Helmholtz adlı bilim adamının işitme fizyolojisine ilişkin kitabını okudu. Müzik sesinin bir tel aracılığı ile aktarılabileceği düşüncesi üzerinde yoğunlaştı.

Bu sırada, başka bilim insanları da bu konularda çalışmalar yürütüyordu. Elisha Gray, bunlardan biriydi. İngiltere’den dönen Bell, Boston Üniversitesi İnsan Sesi Fizyolojisi bölümünde profesörlüğe getirildi. Kuramsal bilgilerini teknik destekle yaşama geçirmeye ve işitme engelliler için duymalarını sağlayacak aletler yapmaya girişti. Thomas Watson adlı bir elektrik mühendisi ile birlikte çalışmaya başladı. Çalışmalarını yürütmek için maddi destek gerektiğinde kendisine avukat Gardiner Greene Hubbard yardım elini uzattı.

Alexander Graham Bell Telefonla konuşurken Alexander Graham Bell Telefonla konuşurken
Bell ve Watson, 1875 yılında sesin tel üzerinden bir başka yere gittiğini ortaya çıkardı. Ancak, ses anlaşılmaz bir durumdaydı. 14 Şubat 1876 günü Bell ve Elisha Gray, telefon patenti almak için ayrı ayrı başvuru yapsa da, Bell’e 7 Mart günü istediği patent verildi. Atölyede denemelerini sürdürürken telefonu çalıştırmak için kullandığı bataryadan pantolonuna asit döküldü ve Watson’u yardıma çağırdı:

“Bay Watson, buraya gelin, sizi görmek istiyorum.”

Bell, yardımcısını çağırırken farkında olmadan, 141 yıl önce 10 Mart günü ilk telefon görüşmesini yaptı. Watson, Bell’in sesini telefondan duydu. ABD’nin 100’üncü kuruluş yıldönümüne denk gelen bu buluşu, ona düzenlenen Yüz Yıl Sergisi’nde birçok ödül kazandırdı. Bell, bilimsel çalışmalarını yürütmek için maddi ve manevi destek gördüğü Hubbard ailesinin kızı Mabel ile bir yıl sonra evlendi.

Eşi dört yaşından beri işitme engelliydi. Bell öğrencisi olarak tanıdığı ve daha sonra evlendiği Mabel’e derin bir sevgi duydu. Artan ününe karşın hiçbir zaman ne eşini ne de işitme engellileri göz ardı etmedi. Eşine yazdığı bir mektupta “Eşin, hangi noktaya çıkarsa çıksın, ne denli zengin olursa olsun, emin ol işitme engellileri ve onların sorunlarını her zaman düşünecektir” diye yazmıştır.

1881 tarihinde Bell’in eşi Mabel, bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Bebek nefes almakta zorlanıyordu ve doğumundan birkaç saat sonra öldü. Bell aynı solunum sorunuyla karşılaşabilecek hastalar için bir şeyler yapmaya karar verdi. Yapay solunum makinesinin öncüsü olan, akciğerlere hava girip çıkmasını sağlayan, metal vakumlu bir gömlek tasarladı. Bedene iyice oturan gömleği, elle çalıştırılan bir körüğe bağlanmıştı. Körük pompalanarak gömleğin içindeki hava basıncını değiştirebiliyordu. Bu şekilde, hastanın göğsü önce sıkıştırılıp sonra serbest bırakılacak, bunun sonucunda hastanın düzenli nefes alması sağlanacaktı.

Bell telefonu geliştirme sürecinde en büyük ilerlemelerden birini, kulak zarının, kulaktaki kemikler üzerindeki hareketini, ağır bir telefon diyaframının mıknatıslanmış bir çelik parçasının üzerindeki hareketiyle karşılaştırdığı zaman elde etti. Bell, insan kulağına ilişkin bilgilerini telefona uyarladı. Telefon vericisi, konuşan iki kişinin sözlerini kısa süreli elektriksel uyaranlar olarak gönderen elektrikli bir kulak gibidir. Ancak, bu elektriksel uyaranlar, kulaktan farklı olarak, sinirler değil, teller üzerinden gönderilir. Telefon alıcısı da elektrikli bir ağza benzer. Alıcının elektromıknatısından geçen akım, diyaframın titreşmesine yol açar. Bu titreşimler de dinleyen kişinin kula zarına çarparak zarı titreştirir. Dinleyen kişinin kulağı, bu titreşimleri hattın diğer ucundaki kişinin çıkardığı sesler olarak algılar.

İlk el telefonunu geliştirmek için Bell teknik sorunları alt etmeye çalışırken bir yandan da kendisini dava eden Gray’a karşı hukuk savaşı verdi. 4 yıl sonra, 1880 yılında Bell’e yardım eden Tainer ile radyofon adını verdikleri aleti denedi. Bir okulun tepesine çıkan Tainer çok uzaktan görebildiği Bell’e telefonla seslendi:

“Bay Bell. Bay Bell. Beni duyabiliyorsanız lütfen pencerenin önüne gelip şapkanızı sallayın.”

Bell şapkasını salladığında artık telefon, doğumunun ardından emeklemeye başladı.

1880’de, dünyaya gelen Helen Keller on dokuz aylık olduğunda ateşli bir hastalık geçirir ve görme, konuşma, işitme yetilerini tamamen kaybeder. Helen’in doktoru, aileye Alexander Graham Bell’in, telefonu icat ettikten sonra, kendisini işitme engelli çocukların rehabilitasyonuna adadığını, onunla görüşmelerinin çocuğun gelişimi açısından farklı umutlar yaratabileceğini söyler. Bell, aileyi eğitmen Anne Sullivan ile tanıştırır. Anne Sulivan, Helen’e okuma yazmayı ve çok kısıtlı da olsa konuşmayı öğretir. Gelişimi öyle hızlı olur ki yüksek öğrenim bile görür. Beş dil öğrenen çeşitli sporlarla ilgilenen, iyi bir satranç oyuncusu olan Helen ve öğretmeni Anne Sullivan, engellilerin yaşamlarını kolaylaştırmak, onların sorunlarına dikkat çekmek için pek çok önemli projeyi hayata geçirdiği gibi, aktivist olarak kadın hakları, işçi hakları ve sosyalizmle ilgili konuşmalar yapar.

Bell, yalnızca telefonun patentini almadı, o çok yönlü bir araştırmacı ve mucitti. Kendi geliştirdiği fonograf için bir, hava araçları için beş, hidro uçaklar için dört ve selenyum piller için de iki patent aldı. Bell, aşırı büyük üç boyutlu kutu uçurtmaları kullanarak insan taşımayı başarmış ve bu çalışmaları sadece denemelerini yaptığı istasyonunda bulunan nehri, kıyıdan kıyıya geçmek için kullanmıştır. Öteki buluşları arasında gramofon plaklarında balmumu kullanılması, insan vücuduna giren madeni cisimlerin yerini, elektrikle tespit etmeye yarayan yöntem sayılabilir. Buluşlarından kazandığı parayı Sağırlar Kurumu’na harcadı. Fransa hükümeti tarafından insanlığa hizmetlerinden ötürü, Onur Ödülü ve para ödülü verildi. Verilen parayı Washington’da işitme engelliler için Volta Enstitüsü’nü kurmakta kullandı.

Bell,“Büyük keşifler ve buluşlar her zaman küçük şeylerin gözlemlenmesinden doğar” diyerek hayatının her döneminde verimli yaşamış biriydi.“Düşündüklerimin hepsini tamamlayabilmek için daha uzun yıllar yaşamak istiyorum” diyen Alexander Graham Bell, 2 Ağustos 1922’de hayata gözlerini yumdu.

Öldüğünde ona duyulan büyük saygı nedeniyle soyadından yola çıkılarak telefonu simgelemek için kırmızı çan resimleri kullanıldı, ses düzeyini belirlemek için kullanılan ilk birime bel denildi.

Alexander Graham Bell’in karton bir plakaya yüklediği ses kaydı. 15 Nisan 1885 tarihli karton plak, 2011 yılında dijital ortama aktarıldı. Smithsonian Enstitüsü tarafından son düzenlenmesi yapılan ses kaydında Graham Bell’in “Bu kaydın tanığı olarak, benim sesimi duyun, Alexander Graham Bell” dediği anlaşılıyor.

 
13. Napolyon Bonapart (1769 - 1821 )

1803’te ABD Başkanı Thomas Jefferson’a Louisiana bölgesini hektarı üç centten 15 milyon dolara sattı. Satışla ABD’nin toprakları iki katına çıktı. Peki Napolyon Bonapart'ın hayatındaki önemli olaylar nelerdir? İşte detaylar

Asıl adı ‘Napoleon di Buonaparte’ olan Napolyon Bonapart, 15 Ağustos 1769’da İtalyan kökenli küçük soylu bir ailenin çocuğu olarak Korsika Adası’nın Ajaccio şehrinde doğdu. Avukat Carlo Buonaparte ile Laetitia Ramolino’nun sekiz çocuğundan ikincisidir. 1779’da Fransa’daki Brienne Askeri Okulu’na parasız yatılı olarak başladı. Matematikteki başarısı sayesinde 1784’te Paris’teki askeri akademiye kabul edildi. Bu okuldan 1785 yılında topçu subayı olarak mezun oldu. Aynı yıl içerisinde babasını ölmesiyle ailesinin geçimini sağlamak durumunda kaldı. 1789’daki Fransız Devrimi’ni destekledi ve doğum yeri Korsika’ya yayılması için çalıştı. Napolyon Bonapart, 1793 Tulon Ayaklanması sırasında asker olarak ön plana çıktı.

Kral taraftarı Tulon halkı devrim yönetimine karşı ayaklanarak İngilizlerden yardım istedi, İngilizler gelip Tulon Limanı’nı kuşattı. Bonapart tarafından hazırlanan plan sayesinde İngilizler kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldılar. Bu başarısı üzerine Bonapart henüz 24 yaşındayken generalliğe terfi ettirildi. 1794’te İtalya’daki topçu birliklerinin komutanlığına getirildi. Bu sırada, Kamu Selamet Komitesi Başkanı Maximilien Robespierre idaresindeki on aylık ‘Terör Dönemi’ 1794’ün Temmuz ayında sona erdi ve Robespierre kardeşler idam edildi. Napolyon, Augustin Robespierre ile ilişkisi nedeniyle yeni yönetim tarafından şüpheli görüldü ve tutuklandı. Kısa bir süre Antibes Kalesi’nde tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Paris’e döndükten sonra yönetimi ele alan Ulusal Konvansiyon’a karşı hareketi bastırmak için Paul François Barras ile Lazare Carnot’un kuvvetlerine katıldı. Olaylar kısa zamanda gelişerek yeni bir anayasanın ve Direktuvarlık’ın doğmasına yol açtı. Napolyon 1796’da İtalya’daki Fransız kuvvetlerine başkomutan oldu.

Bu arada General de Beauharnais’in dul karısı olan büyük aşkı Josephine ile evlendi. 1796’nın Nisan ayında ilk İtalya seferine çıktı. Stratejik ustalığın bir şaheseri sayılan İtalya seferi büyük başarı ile sonuçlandı. Avusturya ile girişilen savaşta sırasıyla Millesimo, Mondovi, Lodi, Castiglione, Arcole, Rivoli Meydan Savaşlarında üst üste düşmanı bozguna uğrattı. Sayıca az olan kuvvetleriyle düşmanın pek üstün kuvvetlerine karşı kazandığı bu başarılar Avrupa’da şaşkınlık uyandırdı. 18 Ekim 1797’de imzalanan Campo Formio Antlaşması ile Venedik Avusturya’ya bırakılıyor, karşılığında da Belçika ve İyon Adaları alınıyordu.

Antlaşmayla Venedik Cumhuriyeti tarihten silindi. Dalmaçya kıyıları ile Adige’ye kadar olan Venedik topraklarını almakla Avusturya Adriyatik Denizi’ ne çıkıyordu.

Yedi Ada’yı alan Fransa, Osmanlı İmparatorluğu ile komşu oluyordu. Bu önemli siyasi olayla Fransa Avusturya’ya gücünü göstermiş, Napolyon da İtalya’daki Fransız yönetimini kabul ettirmiş oluyordu. Bir savaşı kazanmak için ne gerekir sorusuna ‘para, para, para’ yanıtını vermiştir. 1798 yılında Direktuvar yönetimi tarafından Napolyon’un İngiltere’yi kuşatması istendi. Ancak İngilizleri kendi topraklarında yenmek mümkün görünmüyordu. Napolyon, Mısır ve doğu ticaret yollarını ele geçirmek üzere 1798’de Mısır seferine çıktı, Piramitler Muharebesi’nde Osmanlı-Memluk ordusunu yendikten sonra Mısır’ı ele geçirdi. Suriye’yi alıp oradan ya İstanbul’a ya da Hindistan’a yürümek isteyen General Bonaparte, Akka’da Cezzar Ahmet Paşa’ya yenildi. Kahire’ye geçen Bonapart, 1 Ağustos 1799 tarihinde Abukir Muharebesi’nde Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Mısır’da istediklerini tam olarak gerçekleştiremeyen Napolyon, kısa bir süre sonra Fransa’daki siyasi bunalımı haber aldı ve 3 bin Fransız askerini Mısır’da bırakarak Fransa’ya döndü.

Darbeyle İktidarı Aldı

Napolyon 1799’da askeri bir hükümet darbesiyle Direktuvarlık yönetimine son verdi ve Paris’te iktidarı eline geçirdi. 10 yıl boyunca kendisini Fransa’nın başına geçiren ‘Birinci Konsül’ unvanını aldı. Böylece Napolyon’un diktatörlük dönemi başlamış oldu. 1800’de Kuzey İtalya’da Marengo Meydan Savaşı’nda Fransa’nın azılı düşmanı Avusturya ordusunu yendi. Bu dönemde bir dizi reform gerçekleştirdi. 1800’de Fransa Merkez Bankası’nı (Banque de France) kurdu. Maliyeyi düzeltti. Üniversiteleri çağın ihtiyacına uygun şekilde düzenledi. İdari alanda bazı reformlar gerçekleştirerek valilerin ve belediye başkanlarının siviller arasından seçilmelerini ve kendilerini seçen tek merkeze karşı sorumlu olmalarını sağladı; mahkemeleri ve emniyet örgütünü yeniden düzenledi. ‘Legion d’Honneur’ nişanını çıkardı. 1802’de ulusal bir referandum düzenlendi ve halka Napolyon’un ömür boyu konsül olmasını onaylayıp onaylamadıkları soruldu. Yüzde 99’luk bir onayla ‘Ömür Boyunca Konsül’ ilan edildi.

İmparator Napolyon

18 Mayıs 1804’te kendisini ‘Fransa İmparatoru’ ilan ettirdi, Papa VII. Pius’un elinden taç giydi. Böylece ‘I. Napolyon’ unvanını alan Bonapart, agresif bir savaş stratejisine yönelerek yayılma siyasetine başladı. Eski rejimin kurumlarını canlandırıp aile çevresine unvanlar ve rütbeler dağıtarak yeni bir soylu sınıfı ve saray yaşamı yarattı; kurduğu yeni rejim bir monarşi görünümünü aldı. 21 Mart 1804’de yürürlüğe giren Fransız Medeni Kanunu’nu hazırlattı. Ertesi yıl kendisini ‘İtalya Kralı’ ilan etti. İtalya Cumhuriyeti’nin yerini alan İtalya Krallığı’nın özerk yönetim biçimini daha da sınırladı. Ülkeyi kral naibi olarak üvey oğlu Eugène de Beauharnais’nin yönetimine bıraktı.

Fetih Yılları

İngiltere 1805’te Fransa’ya karşı Avusturya, Rusya, İsveç ve iki Sicilya’yı birleştirerek üçüncü bir koalisyon kurdu. Ekim ayında Fransız-İspanyol birleşik donanmasının Trafalgar Deniz Savaşı’nda İngiliz donanması karşısında yenilmesi üzerine Napolyon, İngiltere yerine onun müttefiklerini hedef aldı. Fransız ordusunu Manş kıyılarından Orta Avrupa’ya yürüten Napolyon, Ulm ve Austerlitz zaferleriyle Avusturya ve Napoli’yi savaş dışı bıraktı. Bourbonlardan alınan Napoli Krallığı’nın başına ağabeyi Joseph Bonapart’ı getirdi. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun 1806’da dağılmasına yol açtı. İngiltere ve Rusya ile dördüncü koalisyonu kuran Prusya’yı Jena-Auerstedt Muharebesi’nde yenilgiye uğrattı. 1807 kışında başlattığı Polonya seferi sırasında Eylau’da Ruslara karşı başarısızlığa uğradı ancak birkaç ay sonra Friedland’daki savaşı kazandı.

Çar I. Aleksandr ile Tilsit’te yaptığı görüşme sonucu Rusya ile bir antlaşma imzaladı. Batı ve Orta Avrupa’nın tartışmasız tek egemeni durumuna geldi. 1807’de Etrurya’yı topraklarına kattı, 1808’de Papalık Devletleri’ni işgal etti, Portekiz’i fethetti, İspanya’ya el koydu. 1808’de İspanya’da IV. Carlos ile VII. Ferdinand’ı tahttan uzaklaştırıp yerine Napoli’den çağırdığı ağabeyi Joseph’i getirdi. Ancak 2 Mayıs 1808’de Madrid halkı ayaklanınca İngiltere ordusu bunu fırsat bilerek saldırıya geçti. Fransız Generali Junato Dupont’un teslim olması, imparatorluğun saygınlığını önemli ölçüde sarstı. Ordusuyla İspanya üzerine yürüdü, düşmanlarını dağıttı ve 4 Aralık 1808 Madrid’i yeniden ele geçirdi. Avusturya ve İngiltere 1809’da beşinci koalisyonu kurdu. Nisan 1809’da Bavyera’yı işgal eden Avusturya Arşidükü Karl’ın ordusunun üzerine yürümek zorunda kaldı. Wagram’daki kanlı savaştan sonra barışa zorladığı Avusturya ile ekimde Schönbrunn Antlaşması’nı imzalayarak Dalmaçya kıyılarını İlirya Eyaleti adıyla topraklarına kattı.

Vâris sahibi olma amacıyla yeniden evlenmeye karar vererek Josephine’i boşadı ve Nisan 1810’da Avusturya imparatorunun kızı Arşidüşes Marie-Louise ile evlendi. 1811’de çocukları II. Napolyon dünyaya geldi. Doğar doğmaz ‘Roma Kralı’ ilan edildi. Yaklaşık 700 bin kişiden oluşan ‘Büyük Ordu’ denen ordusuyla 1812’de Rusya seferine çıktı. Borodino Meydan Savaşı’nda Rus ordusunu yok ettikten sonra Moskova’ya girdi. Ancak Ruslar geri çekilirken geçtikleri her yeri yakmışlardı. Napolyon açlık tehlikesi yüzünden kışın Rusya’dan çıkmak zorunda kaldı. Yolda ordusu fena halde hırpalandı. Napolyon soğuktan, hastalıktan, çete savaşlarından kuvvetlerinin büyük bölümünü kaybetti. General Malet’nin kendisine yönelik darbe planını öğrenince Paris’e dönüşünü hızlandırdı ve Malet’yi idam ettirdi.

Fetihlerden Sürgüne…

Olağanüstü bir hızla örgütlediği 400 bin kişilik yeni ordusu, Şubat-Mart 1813’te Fransa’ya karşı altıncı koalisyonu kurmuş olan Rusya, Prusya, İsveç ve İngiltere orduları karşısında Mayıs ve Haziran aylarında bir dizi zafer elde etti. Ancak Ekim ayındaki Leipzig Savaşı’nda, Avusturya’nın da katıldığı altıncı koalisyonun kendisininkinden iki kat daha fazla olan güçleri karşısında ağır bir yenilgiye uğrayarak tüm Alman topraklarından çekildi. Hollanda ve Almanya devletleri ayaklanırken İspanya, Fransa egemenliğinden çıktı. 31 Mart 1814’te Müttefik orduları Paris’e girdi. Napolyon’un eski dışişleri bakanlarından Charles Maurice de Talleyrand’ın kurduğu geçici hükümet şehrin anahtarını Çar I. Aleksandr’a verdi. Napolyon Nisan ayında Elba Adası’na sürüldü. Bourbon Hanedanı’nın yeniden tahta çıkması ve monarşi yönetimine dönülmesi kabul edildi. XVIII. Louis 3 Mayıs 1814’te törenlerle karşılandığı Paris’te tahta çıktı. Napolyon bu ilk sürgünde ancak 10 ay kaldı, 26 Şubat 1815’te adadan kaçarak Fransa’ya gitti. Paris’e gelip tahta geçti.

Gelişme üzerine XVIII. Louis kaçmak zorunda kaldı. Napolyon, müttefiklere baş eğdirmek üzere harekete geçti, 18 Haziran 1815’te Belçika’da Waterloo Meydan Savaşı’nda İngiliz-Prusya kuvvetlerine yenildi. Paris’e gitti. Tahtı bırakması için zorlandı.

İngilizler tarafından Saint Helena Adası’na sürüldü ve altı yıllık acıklı bir esaretten sonra 1821’de 52 yaşında öldü. 1840’ta külleri törenle Fransa’ya getirildi ve Paris’te Invalides’e gömüldü.
 
14. Adolf Hitler ( 1889 - 1945 )

Adolf Hitler 20 Nisan 1889 tarihinde Avusturya'da doğdu. Bilinenin aksine kendisi Alman değil, bir Avurturyalıdır. Hitler eğitim hayatı boyunca oldukça başarısızdı. Bu nedenle ressam olabilmek Viyana Güzel Sanatlar Akademisi sınavına girdi ancak kazanamadı. 1912 yılında Almanya'nın Münih şehrine taşındı. I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi üzerine gönüllü olarak orduya yazıldı. Almanların aldığı büyük yenilginin ardından arkadaşlarıyla bir araya gelerek Alman İşçi Partisi'ni kurdu ve başına geçti.

Daha sonra partinin ismini değiştirerek Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi adını verdi. Üyelerine ise kısaca Nazi denildi. Lider olarak kendisine Führer lakabını verdi. Burada aldığı kararlar neticesinde hükümeti devirmek için girişimde bulundu. Fakat bu teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı. Olayın ardından Adolf Hitler yaklanarak 10 ay hapse mahkum edildi. 1930 Eylül ayında yapılan seçimlerde Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi seçimleri kazanarak iş başına geldi. Ülke genelinde yaptığı hizmetlerle Almanya büyük bir kalkınma yaşayarak zenginleşti. 1932 yılında Hitler, Şansölye (Cumhurbaşkanı) seçildi. Daha sonra siyasi rakiplerini hızla ortadan kaldırarak ülkenin tek adamı oldu.

Gizli olarak Alman ordusunu silahlandırarak bir anda Avrupa'nın üstüne bir karabulut gibi çöktü. Başlattığı II. Dünya Savaşı 65 milyondan fazla insanın ölümüyle sonuçlandı. Adolf Hitler'in en büyük ve en trajik hatası şüphesiz ki Rusya'ya savaş açması oldu. Birçok cephede savaşan Alman askerleri arada kaldı. Savaşın gidişatının Alman aleyhine döndüğünü gören ve yakalanacağını anlayan Hitler. 30 Nisan 1945 yılında eşi Eva Braun'la birlikte intihar etti. Ölümünde önce komutanlarına verdiği emirle cesedinin yakılmasını emretti. Bunun sebebi Rus ordusu tarafından ele geçirilip, teşhir edilmek istememesiydi.

Adolf Hitler ölmeden önce iki vasiyetname yazdırmıştır. Bunlardan biri özel diğeri ise siyasidir. Hitler'in siyasi vasiyetnamesi bir öfke çığlığıdır. Yazdıklarına göre: Almanya bütün milletler için bir zehir gibi tehlikeli olan Yahudileri ve Bolşevizm'i kovalamaktan asla vazgeçmemelidir.

Almanya'nın geleceğini tartışmasız bu olgu belirleyecektir. Hitler, savaşa girmekte kesinlikle haklı olduğunu savunuyor ve yenilgiden korkak yalancı, basiretsiz komutanları sorumlu tutuyordu. Özel Vasiyetinde ise, tüm hayatı boyunca topladığı sanat eserleriyle doğduğu şehir olan Linz'de bir müze kurulmasını istedi. Tüm şahsi mallarını partiye eğer parti kalmamışsa devlete bıraktığını söylüyordu.

ADOLF HİTLER HAKKINDA BİLİNMEYENLER

- Adolf Hitler 4 yaşındayken, bir rahip tarafından boğulmaktan kurtarıldı. Bu yüzden küçüklüğünde bir rahip olmak istiyordu.

- Hitler ailesi, zamanında ekonomik sıkıntıları olduğu için onlardan ücret almayan Yahudi bir aile doktoruna sahipti. Hitler başa geçince ona koruma verdi ve onu "asil Yahudi" olarak adlandırdı

- Hitler'in ilk aşkı bir Yahudi'ydi. Ancak hiç bir zaman cesaretini toplayıp ona bu hislerini açıklayamadı.

- Birinci Dünya Savaşı sırasında bir İngiliz asker, yaralı bir Alman askerin hayatını bağışladı. Fakat bu hayatında yaptığı en büyük trajik hayatıydı. Çünkü o asker Adolf Hitler'di.

- Hitler tarihte halk için sigaraya karşı hareket başlatan ilk liderdir.

- Hitler bir vejetaryen idi ve hayvanların kesilmesini zorlaştıran yasalar çıkarttı.

- Hitler 1939 yılında Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilmiştir.

Adolf Hitler'in Ölüm Tarihi ve Sebebi Kesin Olarak Belirlendi!

Rus Devlet Arşivi'ndeki kayıtları analiz eden Fransız bilim insanları; eldeki kanıtların, Adolf Hitler'in 1945 yılında siyanür ve başından aldığı kurşun neticesinde öldüğü yönündeki söylentileri doğruladığını vurguladı.

'European Journal of Internal Medicine' dergisinde yayımlanan araştırmada; Fransız bilim insanları, İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazi Almanyası'nın başında bulunan Adolf Hitler'in ölüm yılının 1945, nedeninin ise siyanür ve başına isabet eden mermi olduğunu kesin biçimde kanıtladıklarını belirttiler.

2000 yılında, Rusya'nın başkenti Moskova'da sergilenen; Hitler'in, üzerinde dişlerin de olduğu çene kemiğini inceleyen bilim insanları, elde edilen verilerin Nazi liderinin Berlin düşmeden birkaç gün evvel, yani 30 Nisan 1945 tarihinde öldüğünü ortaya koyduğunu söylediler.

Adolf Hitler ( 1889 - 1945 ) Adolf Hitler ( 1889 - 1945 )
Söz konusu kalıntılar daha önce de incelenmiş, fakat parça alınmasına müsaade edilmemişti. Bu defa, araştırmacıların kalıntılardan aldıkları parçaları elektron mikroskobunda analiz etmesine imkan tanındı.

İncelemeler, Adolf Hitler'e ait olduğu belirlenen dişlerde beyaz tartar bulunduğunu ve vejetaryen olduğu için et lifi izine rastlanmadığını ortaya çıkardı.

Dişlerde barut artığı izine de rastlanmadı. Bu da, Hitler'in silahını ağzına sokarak kendini vurduğu iddialarını çürütüyor. Çalışmada, aynı zamanda, Adolf Hitler'in takma dişleri üzerinde, siyanür ve diş metalleri arasındaki kimyasal reaksiyonun göstergesi olarak mavi kalıntılar tespit edildi.

Bilim insanları, Hitler'in Moskova'daki Devlet Arşivleri'nde saklanan kafatası parçasını da analiz etti ve kafatası parçasının sol kısmındaki deliğe bir merminin sebep olduğuna işaret etti.

Tarihçiler, Adolf Hitler'in, Rus ordusu Berlin'e girmek üzereyken yeraltı sığınağında kısa zaman önce evlendiği Eva Braun ile birlikte intihar ettiğine inanıyor. Hitler'in cesedinin sığınak yakınlarında Nazi subayları tarafından yakıldığı, diş ve kafatası parçaları gibi kalıntıların ise daha sonra Ruslar tarafından ele geçirilerek Sovyetler Birliği lideri Josef Stalin'in emriyle Moskova'ya götürüldüğü iddia ediliyor.

Ayrıca, ölümünün ardından, Adolf Hitler'in kaçtığına ve hala hayatta olduğuna ilişkin de pek çok komplo teorisi ortaya atılmıştı.

CIA, Meğer Hitler’in Ölüp Ölmediğini Soruşturuyormuş!

Başkanlık döneminde ülkesinin kalkınmasını sağlayan ABD Başkanı John F. Kennedy 1963 yılında suikaste kurban gitmiş ve halkını yasa boğmuştu. ABD’nin Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA, başkanın ölümü ardından geniş bir soruşturma başlatmış ve suikastin perde arkasını aydınlatmaya çalışmıştı. Kennedy suikastiyle ilgili olan ve yakın zamanda halka açılan belgeler arasında Adolf Hitler ile ilgili bir soruşturmanın da detaylarına ulaşıldı: Acaba Hitler hayatta mıydı?

Belgelerin arasında bulunan istihbarat notu, Hitler’in ölümüne dair şüpheleri alevlendirecek cinsten. 3 Ekim 1955 tarihli belgede kod adı “Cimelody-3” olan bir CIA ajanının ifadeleri var. Soruşturma yürütülürken aynı zamanda ajanın yakın bir arkadaşı olan muhbirin verdiği bilgiler kafaları karıştırıyor. Çünkü kendisi Hitler’in aslında intihar etmediğini ve Kolombiya’ya geçip Philip Citroen adındaki bir Nazi subayıyla temas kurmaya devam ettiğini belirtiyor.

İddialara göre fotoğraftaki Adolf, adını sonradan değiştiren Hitler’in ta kendisi ve yanındaki de muhbir Philip Citroen İddialara göre fotoğraftaki Adolf, adını sonradan değiştiren Hitler’in ta kendisi ve yanındaki de muhbir Philip Citroen
Citroen, bilgileri CIA ajanına veren muhbire göre Hitler’i takip eden Almanların Kolombiya’nın Tunja kentine kadar geldiklerini ve onu Führer diye çağırıp Nazi selamı verdiklerini belirtiyor. Ayrıca Hitler’in soyadını değiştirerek tam adını “'Adolf Schrittelmayor” olarak kullandığı da belirtiliyor.

Hatta bu isme sahip birinin Hitler’e fazlasıyla benzeyen bir fotoğrafı da belgeler arasında yer alıyor.

İddialara göre fotoğraftaki Adolf, adını sonradan değiştiren Hitler’in ta kendisi ve yanındaki de muhbir Philip Citroen

Diğer bilgiler arasında Hitler’in 1955 yılında Arjantin’e gitmek üzere Kolombiya’dan ayrıldığı belirtiliyor. Belgeleri gündeme getiren haber ajansı Newsweek, CIA’nın bir dönem Hitler’in ölümüyle ilgili ciddi soruşturmalar yürüttüğünü belirtiyor.

Tarihçilere ve gerçekliği kabul edilen belgelere göre Adolf Hitler, II. Dünya Savaşı sonrasında, 30 Nisan 1945’te siyanür içerek intihar etti. Berlin’e yaklaşan Sovyet ordusu ve aldığı yenilgi kendisine ağır gelmişti.
 
Cengiz Han Cengiz Han
15. Cengiz Han ( 1155 - 1227 )

Cengiz Han İmparatorluğu (Türk-Moğol İmparatorluğu)

İmparatorluğun kurucusu Cengiz Han’ın asıl adı Temuçin’dir. 1155 yılında doğan Temuçin, babası Yesügey Bahadır’ı küçük yaşta kaybetti. Yavaş yavaş kabilesini toparlayan Temuçin, Kirayit hükümdarı Tuğrul Han’ın hizmetine girerek hasmı Camoka’yı yendi (1201). Ancak Tuğrul Han’a sığınan Camoka, Tuğrul Han’ın Temuçin’le arasını açtı. Bunun sonucu olarak çıkan savaşta Temuçin, Kirayitler’i yenerek hükümdarı da öldürdü. Daha sonra diğer bir Moğol kabilesi olan Naymanlar üzerine yürüyerek onları da egemenliği altına aldı. Bu başarılardan sonra 1206’da toplanan kurultay kendisine Cengiz unvanını verdi.

Karluk ve Uygur Türkleri’ni de egemenliği altına alan Cengiz Han Çin seferi hazırlığına başladı. Bu sırada Çin’de Kin Sülalesi hâkim bulunuyordu. Çin’in vergi isteğini hakaret kabul eden Cengiz Han, Çin Seddi’ni aşarak dört kol hâlinde Çin’i istila etti. Pekin’i alan Moğol orduları Çin Denizi’ne kadar her tarafı yakıp yıktılar (1216). Karakurum’a dönüşü sırasında Çin’in bütün zenginliklerini beraberinde götüren Cengiz Han daha sonra Karakıtaylar Devleti’ne de son verdi. Batıdaki Harezmşahlar’ın gücünden çekinen Cengiz Han başlangıçta antlaşma yaparak bu devletle dostluk kurdu. Ancak bu dostluk Harezmşahlar’ın uzak görüşlü olmayışları sebebiyle kısa zamanda bozuldu. Karakurum’dan gelen zengin bir Moğol kervanı, Harezmşahlar’ın Otrar Valisi tarafından ele geçirilerek malları gasp edildi, tüccarlar ise Harezmşah Alâaddin’in emriyle öldürüldü. Moğollar bunu protesto için bir elçilik heyeti gönderdiler. Bu defa da Harezmşah Sultanı bu elçilik heyetinin reisini öldürttüğü gibi diğer elçilik heyetinin sakallarını kestirdi. Bu hakaretler karşısında Cengiz Han büyük bir ordu ile Harezm ülkesine yürüdü. Harezmşah Sultanı Alâaddin Muhammed, Cengiz karşısında ağır bir yenilgiye uğradı ve ülkesini kaybetti. Oğlu Celâleddin Harezmşah, İndüs yakınlarında Moğollar’a karşı tekrar bir ordu toplayarak geldiyse de o da tutunamadı ve ülkeyi terk ederek İran içlerine oradan Doğu Anadolu bölgesine geldi. Kıpçak Bozkırı ve İran’ın büyük bir bölümünü fetheden Cengiz Han 1227 yılında öldü.

Cengiz Han’dan sonra vasiyeti gereği Kurultay Ögedey’i Cengiz İmparatorluğu’nun başına Kağan seçti. Ögedey’den sonra Küyük, Mengü ve Kubilay Kağanlar işbaşına geçtiler. Bu dönemde Cengiz İmparatorluğu Çin Denizi’nden Baltık Denizi’ne kadar bütün Avrasya kıtasını ele geçirdi. Kubilay Kağan, Çin’deki merkezinden ayrılmadı. Kubilay Han’la beraber imparatorluk dörde ayrıldı ve ayrı ayrı devletler ortaya çıktı.

Çin-Moğol İmparatorluğu

Başkent Pekin olmak üzere Kubilay Kağan tarafından kurulmuştur. Çin tarihlerinde bu sülaleye Yüen Soyu denilmekte olup 1369 yılına kadar Çin’e hâkim olmuşlardır.

Çağatay Hanlığı

XIV. yüzyılın başlarında Çağatay soyundan Duva’nın Kağanlığı ile bu devlet kuruldu. Timur dönemine yakın zamanlarda Hanların otoriteleri kalmadı. Bunlara bağlı emîrler, Hanlar adına devleti idare ettiler.

İlhanlı Devleti

Hülegü Han tarafından kuruldu. 1258 yılında Bağdat’ı zapt ederek Abbasî Halifeliği’ni yıkan Hülegü bu arada Batınî Tarikatı’nı da tamamen ortadan kaldırdı. Gazan Han zamanında Müslümanlığı kabul eden ilhanlılar XIV. yüzyılın ortalarına doğru zayıfladılar. İlhanlı topraklarında sırasıyla Çobanoğulları, Celâyiroğulları ve Muzafferoğulları gibi devletler kuruldu.

Altınordu Hanlığı

Cuci’nin oğlu Batu Han (1236-1255) tarafından kurulan bu devlet Berke Han zamanında İslâmiyet’i kabul etti. İslâmiyet Özbek Han zamanında (1312-1340) bütün Altınordu’ya tamamen yerleşti. Başlangıçta Timur’un yardımıyla başa geçen Toktamış Han (1391-1398) daha sonra Timur’la bozuştu. Yapılan savaşı kaybeden Toktamış’tan sonra devlet parçalandı ve çeşitli Hanlıklara ayrıldı.
 
Bunlar da ilginizi çekebilir...
Tarihe yön veren olaylar
  • MURATS44
  • MURATS44,
  • Ansiklopedi
  • 7    4K
Manchester City milyar euroluk kadro ile tarihe geçti
  • Kaptan43
  • Kaptan43,
  • Güncel
  • 3    2K
Çözüm Sürecinde Tarihe Geçen U DÖNÜŞLERİ
  • Kaptan43
  • Kaptan43,
  • Güncel
  • 1    5K
SİM kart tarihe karışıyor!
  • MURATS44
  • MURATS44,
  • Güncel
  • 0    4K
Windows tarihe karışıyor
  • MURATS44
  • MURATS44,
  • Güncel
  • 0    3K
Geri