5 Yıldızlı Kaptan
Çocuklar çay istemeden Fatih’in eliyle gösterdiği masalara doğru geçtiler, kulaklıklar takıldı; oyun başladı. Sokaktan bağırtılar geliyor. Deli Yusuf seslerden korkup kaçtı.
“Akşam oldu mu gizli bir sis çöker
Bu sisi yalnızca ben görürüm.
Akşam oldu mu kırmızı at gider
Kırmızı at öldü mü her şey biter”
Biz Civelek Sokakta oturmuş mahallenin kırmızı ata takık delisi Yusuf’a ezbere bildiği bu dörtlüğü okutup videoya çekmeye çalışırken Işık İnternet Kafeye, Ahrat’ın arkadaşları utana sıkıla girdiler. Işık Netin sahibi Fatih, etliye sütlüye karışmaz. Bir tek şu Suriyelileri sevemedi. Oğlu evlendiğinde Çağlayan’dan ev almak istiyordu da Suriyeliler gelince ev fiyatları iki katına çıktı diye Suriyelileri, içten içe de hükümeti suçladı. “Selamun aleyküm” cümlesine karşılık olarak Fatih, gelen üç kişiyi baştan aşağıya süzdü. Gençleri aslında kafeye almak istemiyordu Fatih ama işte ekmek parası. Önündeki ana bilgisayara bakarak:
Oyun mu, internet mi?
Gençlerden biri kırık Türkçesiyle
"Counter, abi Counter" dedikten sonra kolunu tüfek gibi yapıp arkadaşlarına doğrulttu.
Gençler kendi aralarında gülüşürken Fatih:
"Öyle el kol yapma. 9, 10, 11 masalara geçin. Ses yapmayın. Çay içiyor musunuz?
Yeni demledim."
Çocuklar çay istemeden Fatih’in eliyle gösterdiği masalara doğru geçtiler, kulaklıklar takıldı; oyun başladı. Sokaktan bağırtılar geliyor. Deli Yusuf seslerden korkup kaçtı. İddaa bayinin önünde kavga var. Fatih kapının önüne çıkıyor. İddacı İsmet’i iki kişi zar zor tutuyor. Arapca bağırıp çağıran Ahrat’ın alnı kan içinde. Sağ kaşından aşağıya doğru bir damla kan süzülerek yerdeki çamura karışıyor. Bağırıp çağırma bir yakarışa döndü. İsmet elindeki musluk borusunu sallayıp:
"Borcu var diyorum bırakın, Yunus abi beni bir bırak abi" dedi ve sinkaflı laflar etti.
Yapma İsmet ayıptır ya, çoluğun çocuğun var be kardeşim. Verir n’olcak. Ahrat yürü git oğlum sen de.
Yunus’un bu sözleri İsmet’i biraz olsun sakinleştirdi. Ne de olsa 20 yıllık kahvehaneci Yunus. Herkesin saygısı vardır. Fatih olanları görünce yeni gelmiş olan Suriyeli gençlerden birini kaldırdı: “git bak bakayım sizinkilerden biri bağırıyor.” Çocuk ne olduğunu anlamadan dükkândan dışarı çıktı. Ahrat’ın yarık alnını ve çatlayan sesini duyunca içerdeki arkadaşlarına hızlıca bir şeyler söyleyip arkadaşının yanına koştu. Kahveci Yunus:
- Al götür oğlum şunu yarım saat sonra da yanıma gelin.
- Yunus ağbi n’oldu?
– Oğlum gidin yarım saat sonra gelin diyorum. Pansuman yaptırın alnına. Yarım saat sonra burda olun.
Velat “tamam abi” deyip Ahrat’ın koluna girdi. Ahrat bırak der gibi kolunu silkmek istediyse de Velat bırakmadı. Civelek Sokak'tan uzaklaştılar. Bir kuyunun derinliği gibi sessizleşti Ahrat. Ağlama krizlerinden sonra gelen sakinliği hissetti. Kavga ederken vücudunun salgıladığı adrenalinin geri çekildiğini fark etti. Dayak yedikten sonra insanın üstüne çöken yorgunluğun ve yorgunlukla birlikte gelen güven duygusunun tadını çıkardı Velat’a çaktırmadan. Aslında Velat’tan çok hoşlanmazdı. Aynı odada kalmasalar selam bile vermezdi belki ama insan çaresizlik içinde dayak yediği zaman yanında kim varsa sarılmak ister. Özellikle çocukluğunu, gençliğini geçirdiği ülkesinde iç savaş varsa ve doğup büyüdüğü ev gözleri önünde taranmışsa, etrafında intikam alacak kimse bulamadıysa, geldiği bu topraklarda aldığı borç yüzünden bir de dayak yiyorsa yanında kim olursa olsun insan kesin sarılmak ister. Ama kara gözleri ve bir haftalık gömleğiyle sarılmadı Ahrat Velat’a. “İyi ki Togolular, Jamaikalılar gibi değilim. Onların hâli daha perişan en azından biz kalabalığız” diye geçirdi içinden sadece. Bu düşünce biraz daha rahatlattı on dokuz yaşındaki genci. Alnına bastırdığı eline baktı avcunun içindeki çizgiler şerit şerit kan olmuştu. Bir Yunanistan’a geçebilsedi böyle mi olurdu. Ordan da İtalya’ya... İtalya ne bilinmez ülkeydi Ahrat için. Para biriktirse, en az iki yıl. O da birikmiyor denedi. Kaçak sigara işine girse, almazlar. O işte en çok parayı buradaki Kürtler kazanıyor. Küçükpazar’daki tanıdıkları güzel bir iş ayarlayacağız dediler neredeyse iki hafta geçti ses çıkmadı. Çağlayan’daki tekstiller, onlardan da maaşı bir ay alabiliyorsun öteki ay meçhul. “Eskiden olsaydı böyle olmazdı” dedi Velat nöbetçi eczaneye girmeden önce. Ahrat cevap vermedi, eczanenin steril ortamına adım attılar.
Tozlu pantolonları ve yağlı saçlarıyla beyaz ışıklar altında eczacı kadının gözünde bir mikrop gibiydiler. Ahrat’ın yarık kafasını görünce eczacı kadının gözünde mikropluktan çıktılar ama yine de bir şey çalabilirlerdi. Velat, “selamun aleyküm abla” dedikten sonra Ahrat’ın kafasını gösterip eliyle sargı işareti yaptı. Ahrat elindeki kanı gösterip bir sandalyeye çöktü. İçerdeki beyazlık ve ilaç kokusu Ahrat’ın midesini bulandırdı belki ama konu bu değildi. Kadın telaşla “n’oldu, Türkçe biliyor musunuz” gibi sorular eşliğinde yaraya bakıp biraz pamuk ve tentürdiyotla ilk müdahaleyi yaparken Ahrat kendi kendi kendine düşünmeye devam ediyordu: Ne olurdu pansuman yapmasa sanki. Bu eczanenin kasasında kaç para vardır kim bilir. Alıp gitse? En fazla dayak yer n’olucak. Velat burada. Velat yardım etmez. Eczanenin arka odasından biri çıktı. Herhalde kadının kocası. Adam vaziyeti anlayıp “Türkçe biliyor musunuz” dedi. Olumsuz cevap alınca “kim bilir neye karıştılar, kimse kimsenin kafasını durduk yere yarmaz” dedi karısına. Kan bulaşmamış elini pantolonundaki söküğün üstüne koydu Ahrat. Adamın ses tonundan ne söyleyebileceğini tahmin etti. Etraftaki her şey: masa, parkeler, ışık, ayak mantarı kremi kampanyaları, ilaçlar, her şeyi tek tek fark etti. Her şey gözünün önünde büyüyordu. Midesi biraz daha bulandı. Son yirmi dakikadır olanları düşündü. Dükkânın kapısından kendine bakıyordu sanki. Birden ayağa kalktı. Eczacı kadın “dur, otur, daha bitmedi” derken kadını itip dükkândan dışarı fırladı. Velat kadının yüzüne mahcup bir tavırla bakıp arkadaşının peşinden koştu. Ahrat, Civelek’e tekrar geldiğinde sokak sakindi. Sanki biraz önce orada onun kafası yarılmamıştı. Kahveci Yunus kafası hâlâ kanayan genci gördüğünde bu gelişin normal bir geliş olmadığını anlayacak ki “Oğlum Ahrat” dedi “sakin ol bu yaptığın yakışıyor mu? Bak ne güzel delikanlısın, önüne duvar koysalar deler geçersin. Borç delikanlının kamçısıdır kardeşim” Ahrat’ın gözü dönmüştü bir kere. Zaten Yunus’un söylediklerinin de yarısını anlamadı. Sokağın ortasında bağırmaya başladı. Bu sırada kahvede oturan İsmet, Yunus’a söz vermişti. Oturup konuşacaklardı ama Ahrat’ın bu bağırışlarına sessiz kalmayı yediremezdi kendine. Hâlâ yanında olan musluk borusuyla sokağa çıkıp Ahrat’ın ağzına yüzüne vurmaya başladı. Ahrat yine bir ağlama krizinde üstelik bu sefer yere de düştü. İsmet bırakacak gibi değil. Ahrat elleriyle kafasını kapatmış yerde kıvranırken “ne olurdu” diye geçirdi içinden “ne olurdu böyle olmasaydı.”
“Akşam oldu mu gizli bir sis çöker
Bu sisi yalnızca ben görürüm.
Akşam oldu mu kırmızı at gider
Kırmızı at öldü mü her şey biter”
Biz Civelek Sokakta oturmuş mahallenin kırmızı ata takık delisi Yusuf’a ezbere bildiği bu dörtlüğü okutup videoya çekmeye çalışırken Işık İnternet Kafeye, Ahrat’ın arkadaşları utana sıkıla girdiler. Işık Netin sahibi Fatih, etliye sütlüye karışmaz. Bir tek şu Suriyelileri sevemedi. Oğlu evlendiğinde Çağlayan’dan ev almak istiyordu da Suriyeliler gelince ev fiyatları iki katına çıktı diye Suriyelileri, içten içe de hükümeti suçladı. “Selamun aleyküm” cümlesine karşılık olarak Fatih, gelen üç kişiyi baştan aşağıya süzdü. Gençleri aslında kafeye almak istemiyordu Fatih ama işte ekmek parası. Önündeki ana bilgisayara bakarak:
Oyun mu, internet mi?
Gençlerden biri kırık Türkçesiyle
"Counter, abi Counter" dedikten sonra kolunu tüfek gibi yapıp arkadaşlarına doğrulttu.
Gençler kendi aralarında gülüşürken Fatih:
"Öyle el kol yapma. 9, 10, 11 masalara geçin. Ses yapmayın. Çay içiyor musunuz?
Yeni demledim."
Çocuklar çay istemeden Fatih’in eliyle gösterdiği masalara doğru geçtiler, kulaklıklar takıldı; oyun başladı. Sokaktan bağırtılar geliyor. Deli Yusuf seslerden korkup kaçtı. İddaa bayinin önünde kavga var. Fatih kapının önüne çıkıyor. İddacı İsmet’i iki kişi zar zor tutuyor. Arapca bağırıp çağıran Ahrat’ın alnı kan içinde. Sağ kaşından aşağıya doğru bir damla kan süzülerek yerdeki çamura karışıyor. Bağırıp çağırma bir yakarışa döndü. İsmet elindeki musluk borusunu sallayıp:
"Borcu var diyorum bırakın, Yunus abi beni bir bırak abi" dedi ve sinkaflı laflar etti.
Yapma İsmet ayıptır ya, çoluğun çocuğun var be kardeşim. Verir n’olcak. Ahrat yürü git oğlum sen de.
Yunus’un bu sözleri İsmet’i biraz olsun sakinleştirdi. Ne de olsa 20 yıllık kahvehaneci Yunus. Herkesin saygısı vardır. Fatih olanları görünce yeni gelmiş olan Suriyeli gençlerden birini kaldırdı: “git bak bakayım sizinkilerden biri bağırıyor.” Çocuk ne olduğunu anlamadan dükkândan dışarı çıktı. Ahrat’ın yarık alnını ve çatlayan sesini duyunca içerdeki arkadaşlarına hızlıca bir şeyler söyleyip arkadaşının yanına koştu. Kahveci Yunus:
- Al götür oğlum şunu yarım saat sonra da yanıma gelin.
- Yunus ağbi n’oldu?
– Oğlum gidin yarım saat sonra gelin diyorum. Pansuman yaptırın alnına. Yarım saat sonra burda olun.
Velat “tamam abi” deyip Ahrat’ın koluna girdi. Ahrat bırak der gibi kolunu silkmek istediyse de Velat bırakmadı. Civelek Sokak'tan uzaklaştılar. Bir kuyunun derinliği gibi sessizleşti Ahrat. Ağlama krizlerinden sonra gelen sakinliği hissetti. Kavga ederken vücudunun salgıladığı adrenalinin geri çekildiğini fark etti. Dayak yedikten sonra insanın üstüne çöken yorgunluğun ve yorgunlukla birlikte gelen güven duygusunun tadını çıkardı Velat’a çaktırmadan. Aslında Velat’tan çok hoşlanmazdı. Aynı odada kalmasalar selam bile vermezdi belki ama insan çaresizlik içinde dayak yediği zaman yanında kim varsa sarılmak ister. Özellikle çocukluğunu, gençliğini geçirdiği ülkesinde iç savaş varsa ve doğup büyüdüğü ev gözleri önünde taranmışsa, etrafında intikam alacak kimse bulamadıysa, geldiği bu topraklarda aldığı borç yüzünden bir de dayak yiyorsa yanında kim olursa olsun insan kesin sarılmak ister. Ama kara gözleri ve bir haftalık gömleğiyle sarılmadı Ahrat Velat’a. “İyi ki Togolular, Jamaikalılar gibi değilim. Onların hâli daha perişan en azından biz kalabalığız” diye geçirdi içinden sadece. Bu düşünce biraz daha rahatlattı on dokuz yaşındaki genci. Alnına bastırdığı eline baktı avcunun içindeki çizgiler şerit şerit kan olmuştu. Bir Yunanistan’a geçebilsedi böyle mi olurdu. Ordan da İtalya’ya... İtalya ne bilinmez ülkeydi Ahrat için. Para biriktirse, en az iki yıl. O da birikmiyor denedi. Kaçak sigara işine girse, almazlar. O işte en çok parayı buradaki Kürtler kazanıyor. Küçükpazar’daki tanıdıkları güzel bir iş ayarlayacağız dediler neredeyse iki hafta geçti ses çıkmadı. Çağlayan’daki tekstiller, onlardan da maaşı bir ay alabiliyorsun öteki ay meçhul. “Eskiden olsaydı böyle olmazdı” dedi Velat nöbetçi eczaneye girmeden önce. Ahrat cevap vermedi, eczanenin steril ortamına adım attılar.
Tozlu pantolonları ve yağlı saçlarıyla beyaz ışıklar altında eczacı kadının gözünde bir mikrop gibiydiler. Ahrat’ın yarık kafasını görünce eczacı kadının gözünde mikropluktan çıktılar ama yine de bir şey çalabilirlerdi. Velat, “selamun aleyküm abla” dedikten sonra Ahrat’ın kafasını gösterip eliyle sargı işareti yaptı. Ahrat elindeki kanı gösterip bir sandalyeye çöktü. İçerdeki beyazlık ve ilaç kokusu Ahrat’ın midesini bulandırdı belki ama konu bu değildi. Kadın telaşla “n’oldu, Türkçe biliyor musunuz” gibi sorular eşliğinde yaraya bakıp biraz pamuk ve tentürdiyotla ilk müdahaleyi yaparken Ahrat kendi kendi kendine düşünmeye devam ediyordu: Ne olurdu pansuman yapmasa sanki. Bu eczanenin kasasında kaç para vardır kim bilir. Alıp gitse? En fazla dayak yer n’olucak. Velat burada. Velat yardım etmez. Eczanenin arka odasından biri çıktı. Herhalde kadının kocası. Adam vaziyeti anlayıp “Türkçe biliyor musunuz” dedi. Olumsuz cevap alınca “kim bilir neye karıştılar, kimse kimsenin kafasını durduk yere yarmaz” dedi karısına. Kan bulaşmamış elini pantolonundaki söküğün üstüne koydu Ahrat. Adamın ses tonundan ne söyleyebileceğini tahmin etti. Etraftaki her şey: masa, parkeler, ışık, ayak mantarı kremi kampanyaları, ilaçlar, her şeyi tek tek fark etti. Her şey gözünün önünde büyüyordu. Midesi biraz daha bulandı. Son yirmi dakikadır olanları düşündü. Dükkânın kapısından kendine bakıyordu sanki. Birden ayağa kalktı. Eczacı kadın “dur, otur, daha bitmedi” derken kadını itip dükkândan dışarı fırladı. Velat kadının yüzüne mahcup bir tavırla bakıp arkadaşının peşinden koştu. Ahrat, Civelek’e tekrar geldiğinde sokak sakindi. Sanki biraz önce orada onun kafası yarılmamıştı. Kahveci Yunus kafası hâlâ kanayan genci gördüğünde bu gelişin normal bir geliş olmadığını anlayacak ki “Oğlum Ahrat” dedi “sakin ol bu yaptığın yakışıyor mu? Bak ne güzel delikanlısın, önüne duvar koysalar deler geçersin. Borç delikanlının kamçısıdır kardeşim” Ahrat’ın gözü dönmüştü bir kere. Zaten Yunus’un söylediklerinin de yarısını anlamadı. Sokağın ortasında bağırmaya başladı. Bu sırada kahvede oturan İsmet, Yunus’a söz vermişti. Oturup konuşacaklardı ama Ahrat’ın bu bağırışlarına sessiz kalmayı yediremezdi kendine. Hâlâ yanında olan musluk borusuyla sokağa çıkıp Ahrat’ın ağzına yüzüne vurmaya başladı. Ahrat yine bir ağlama krizinde üstelik bu sefer yere de düştü. İsmet bırakacak gibi değil. Ahrat elleriyle kafasını kapatmış yerde kıvranırken “ne olurdu” diye geçirdi içinden “ne olurdu böyle olmasaydı.”
Moderatör tarafında düzenlendi: