topragizbiz.com
Soru: Dindarlık ve dinî hassasiyet tabirlerinin ifade ettikleri mânâlar nelerdir? İzah eder misiniz?
Cevap: Dindarlığın, nazarî planda, dinî düsturlara şu veya bu ölçüde saygılı olmaktan dini kabullenip ona sahip çıkmaya; amelî planda da dini yaşamaktan onu hayata hayat kılmaya kadar değişik mertebe ve dereceleri vardır. Meselâ bazıları bir ilmihal bilgisi seviyesinde inanılması gerekli olan hususlara inanır ve o ölçüde ibadet ü taatlerini yerine getirirler. Kimileri ise, hem nazarî hem de amelî planda dini daha engince ele alır, bu yaklaşımla onun emrettiklerine ittiba edip nehyettiklerinden uzak dururlar. Öyle ki bunlar haramlardan içtinap etme ve farzları edanın yanında, harama düşme endişesiyle şüpheli şeylere karşı dahi tavır alır, hayatlarını sürekli takva mülâhazasına bağlı götürmeye çalışırlar. Dini daha şuurluca yaşayanlar ise ibadet ü taatlerini her zaman Cenâb-ı Hakk’ın teftiş ve takdirine sunuyor gibi eda eder, hayatlarını hep ihsan şuuru içinde yaşarlar. Bu açıdan dindarlığın seradan Süreyya’ya kadar çok farklı mertebeleri vardır. Bu arada şunu ifade edelim ki, dindarlık ilk mertebesiyle dahi kesinlikle hafife alınmayacak ölçüde insan için hayatî derecede bir kıymete sahiptir.
Dinî hassasiyet ise, başta şahsî hayatını milimi milimine dinin ölçülerine muvafık yaşamak, daha sonra da yakın daireden uzak daireye doğru aile efradı, yakın çevresi içinde, gözünün içine bakan ve etrafında halkalanan insanların dini yaşamaları mevzuunda fevkalade hassasiyet göstermek, duyarlı olmak ve ölesiye bir titizlik sergilemek demektir. Başka bir ifadeyle dinî hassasiyet, bir hak dostunun:
“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan!
Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa..!” (Taşlıcalı Yahya)
mısralarıyla seslendirdiği arzu ve iştiyakla hayatını sürdürmektir.
“Keşke Gönüllerde Allah Sevgisini Tutuşturabilsem!”
Dinî hassasiyet sahibi bir mü’minin diğer insanlar hakkındaki duygu ve düşüncesi şudur: Keşke şu kardeşlerime Allah’ı anlatıp onların gönüllerinde Allah sevgisini tutuşturabilsem! Keşke onlarda maiyyet arzusu uyarabilsem! Keşke onlar ellerini her kaldırdıklarında:
“Allah’ım! Senden, Senin yüce affını, afiyet vermeni, hoşnutluğunu, teveccühünü, ilâhî nefhalarını, dostluğunu, yakınlığını, yüce şanına yaraşır şekildeki muhabbetini, maiyyetini, hıfz u sıyanetini, koruyup kollamanı, yardımınla zaferler nasip etmeni, himaye edip gözetmeni… istiyorum!” diye Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakaracak ölçüde O’na yakın olsalar.
Böyle bir hassasiyete sahip olan bir mü’min derecesine göre sadece yakın çevresine değil, belki bütün bir ülke halkına, hatta bütün bir insanlığa bu ufku taşıyabilmenin, herkeste böyle bir heyecan uyarabilmenin hesabını yapacaktır. Onun derdi ve davası, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın nam-ı celîli anıldığı zaman burunların kemikleri sızlayacak ölçüde herkesin delice Efendiler Efendisi’ni (aleyhissalâtü vesselâm) sevmesini sağlamaktır. Diğer yandan o, insanların kaymaları, düşmeleri ve sürçmeleri karşısında ızdıraptan iki büklüm hâle gelir ve “Acaba, insanları mezelle-i akdam noktalardan uzak tutabilmek adına daha ne yapabilirim, ne yapmam gerekir?” diyerek oturup kalkıp bu mevzuda stratejiler üretme gayreti içinde olur. Hâsılı o, toplumu irşat etme, kaymaları önleme, dinden kopup gitmelerin önüne geçme istikametinde fevkalade hassas ve duyarlı bir hayat yaşar.
Başkalarını Diriltme Hassasiyeti
Bu istikamette o, ruh u revan-ı Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece kendi ülkesinin minarelerinde şehbal açmasını yeterli bulmaz; bunun ötesinde “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.” hadis-i şerifini kendisi için bir hedef, bir ufuk olarak görür ve hayatını bu gayeye bağlı götürmeye çalışır. Bu ufkun peşinden koşarken de o, hiçbir zaman kendi darlığına takılmaz, “Benim gibi bir adam ne yapabilir ki?” demez; “Allah küçüklere büyük işler gördürür” mülahazasıyla her zaman azimli, her zaman gayretli davranır ve hep sorumluluk ruhuyla hareket eder. O, “Bir yerde imanla dolu bir sine varsa, o sine, bir yolunu bulup oradaki bütün gönüllere ruhunun ilhamlarını duyurabilir.” anlayışına sahiptir. Evet, bilinmesi gerekir ki, eğer bir insanın himmeti bütün bir millet olursa, Allah, bütün bir milletin yapabileceği işi o şahsa yaptırır. Hazreti İbrahim’e ve İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) yaptırdığı gibi böyle ulvî bir misyonu o insana da müyesser kılar.
İşte bütün bunlar, dindar olmanın ötesinde dinî hayatta fevkalade hassas olmanın ifadesidir. Diğer bir tabirle buna, başkalarını diriltme ve ihya etme hassasiyeti de diyebilirsiniz. Bu açıdan denilebilir ki, dindarlıkla dinî hassasiyet birbirinden farklıdır. Ancak bunların hemhudut oldukları yerler de vardır. Dindarlığın son hududu olan, şüpheli şeylerden sakınma, kaçırdığı bir namazdan dolayı kendini âdeta cinayet işlemiş bir mücrim gibi görme ve böyle bir hassasiyet ufkunda memur olduğu şeyleri kusursuz bir şekilde kemal-i hassasiyetle yerine getirme, aynı zamanda; Allah’ın emrettiği fiilleri işlediği zaman tahdis-i nimet mülâhazasıyla bundan inşirah duymanın yanında, “İnşallah işin içine riya karıştırmamışımdır, inşallah onu süm’a ile kirletmemişimdir!” endişesini taşıma gibi hususlar, dinî hassasiyetin de başlangıcı demektir. Çünkü bu enginlik ve derinlikte hassasiyete sahip olan bir mü’min, böyle bir hassasiyetin gereği olarak duyup hissettiklerini başkalarına da duyurmak, mazhar olduğu nimetleri başkalarına da ulaştırmak ister.
Öncelikle Benlik Âbidelerimizi Yerle Bir Edelim
Bu ufkun insanları, daha ziyade muzdarip dimağlardır. Bunlar otururken kalkarken hep mefkûrelerini düşünür, onun fikir çilesini çekerler. Hatta –bağışlayın– ıtrahat esnasında bile, zihnî aksiyonlarını devam ettirir, yeni yeni düşünceler üretir ve akıllarına gelen bu düşünceleri ilk fırsatta hemen bir yere kaydeder, kaydetme fırsatı bulamadıklarında ise, daha sonra değerlendirmek üzere onları kafalarının nöronlarına yerleştirirler. Dava ızdırabı, bu muzdarip ruhları, bazen namazda sehiv yaşatacak ölçüde sarar. Terminolojide böyle bir kavram olmasa da, biz mukarrabînin sehivlerini işte böyle bir yüksek mülâhazaya bağlıyoruz. Meselâ biz, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazlarındaki birkaç sehvi hakkında şöyle düşünürüz: “Maalîye açık olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) kim bilir ne tür yüksek mülâhazalar arkasında koşuyordu ki, namaz bir mânâda o hâle göre küçük kaldı.” Zaten O (aleyhissalâtü vesselâm), vazifesine göre miracı bile küçük görmüş, ulaşılmazlara ulaştıktan sonra vazifesi icabı geriye dönmüştü. Nitekim Abdülkuddûs’ün miraç hakkındaki sözleri bu hakikati izah eder gibidir. O der ki: “Vallahi Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) erişilmezlere erdi, görülmezleri gördü. Öyle yerlere ulaştı ki, oraya giden bir insanın geriye dönmesi mümkün değildir. Vallahi ben oralara gitseydim geriye dönmezdim!” Bu iki mülâhazayı değerlendiren bir başka Allah dostu ise şöyle der: “İşte veli ile Peygamber arasındaki fark!” Yani veli, fenafillah, bekabillah, maallah, yolunda yükselir gider; fakat Peygamber, yükseldiği en yüksek zirvelerden sonra insanların elinden tutarak onları da oralara götürme adına geriye, onların arasına döner.
Hazreti Ömer Efendimiz’in namazındaki sehvi de aynı mülâhazaya bağlayabiliriz. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) namazını bitirdikten sonra sahabe efendilerimiz namazı yanlış kıldığını hatırlattıklarında, O, Irak’a i’lâ-yı kelimetullah için asker sevk ettiğini söylemişti. Görüldüğü üzere bu büyük kametlerin hayatlarının her alanında hâkim olan i’lâ-yı kelimetullah vazifesi, namazın boşluklarında bile onların kafasına girmiştir. İşte bu, kendi dinine sahip çıkma mevzuunda fevkalade bir hassasiyetin ifadesidir. Din konusunda bu derece hassas olan bir insanın, ne haramlara açık durması ne de farzlarda bir kusur ve çatlama meydana getirmesi mümkün değildir.
Hâsılı, pörsümüş duygularla ve aradan çıkarma mülâhazasıyla ibadetlerini yerine getiren bir topluluğun ruhumuzun heykelini dikmesi ve yeniden bir diriliş kahramanı olması mümkün değildir. Şayet biz milletçe göz alıcı, inşirah verici ve insanı büyüleyen bir ruh âbidesi ikame etmek istiyorsak, öncelikle elimize bir balta alarak kendi benlik âbidemizi yıkmalıyız. Daha sonra da taşı ve toprağı dinin emir ve nehiyleri, harcı da Cenâb-ı Hakk’ın rızası olan bir âbide ikame etmeliyiz ki bir daha yıkılmasın. Dolayısıyla “Kıl namazını, tut orucunu, karışma kimsenin işine!..” düşüncesine sahip bir anlayış kesinlikle tasvip edilemez ve böyle bir anlayışın i’lâ-yı kelimetullah vazifesi yerine getirmesi de mümkün değildir.
Cevap: Dindarlığın, nazarî planda, dinî düsturlara şu veya bu ölçüde saygılı olmaktan dini kabullenip ona sahip çıkmaya; amelî planda da dini yaşamaktan onu hayata hayat kılmaya kadar değişik mertebe ve dereceleri vardır. Meselâ bazıları bir ilmihal bilgisi seviyesinde inanılması gerekli olan hususlara inanır ve o ölçüde ibadet ü taatlerini yerine getirirler. Kimileri ise, hem nazarî hem de amelî planda dini daha engince ele alır, bu yaklaşımla onun emrettiklerine ittiba edip nehyettiklerinden uzak dururlar. Öyle ki bunlar haramlardan içtinap etme ve farzları edanın yanında, harama düşme endişesiyle şüpheli şeylere karşı dahi tavır alır, hayatlarını sürekli takva mülâhazasına bağlı götürmeye çalışırlar. Dini daha şuurluca yaşayanlar ise ibadet ü taatlerini her zaman Cenâb-ı Hakk’ın teftiş ve takdirine sunuyor gibi eda eder, hayatlarını hep ihsan şuuru içinde yaşarlar. Bu açıdan dindarlığın seradan Süreyya’ya kadar çok farklı mertebeleri vardır. Bu arada şunu ifade edelim ki, dindarlık ilk mertebesiyle dahi kesinlikle hafife alınmayacak ölçüde insan için hayatî derecede bir kıymete sahiptir.
Dinî hassasiyet ise, başta şahsî hayatını milimi milimine dinin ölçülerine muvafık yaşamak, daha sonra da yakın daireden uzak daireye doğru aile efradı, yakın çevresi içinde, gözünün içine bakan ve etrafında halkalanan insanların dini yaşamaları mevzuunda fevkalade hassasiyet göstermek, duyarlı olmak ve ölesiye bir titizlik sergilemek demektir. Başka bir ifadeyle dinî hassasiyet, bir hak dostunun:
“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan!
Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa..!” (Taşlıcalı Yahya)
mısralarıyla seslendirdiği arzu ve iştiyakla hayatını sürdürmektir.
“Keşke Gönüllerde Allah Sevgisini Tutuşturabilsem!”
Dinî hassasiyet sahibi bir mü’minin diğer insanlar hakkındaki duygu ve düşüncesi şudur: Keşke şu kardeşlerime Allah’ı anlatıp onların gönüllerinde Allah sevgisini tutuşturabilsem! Keşke onlarda maiyyet arzusu uyarabilsem! Keşke onlar ellerini her kaldırdıklarında:
“Allah’ım! Senden, Senin yüce affını, afiyet vermeni, hoşnutluğunu, teveccühünü, ilâhî nefhalarını, dostluğunu, yakınlığını, yüce şanına yaraşır şekildeki muhabbetini, maiyyetini, hıfz u sıyanetini, koruyup kollamanı, yardımınla zaferler nasip etmeni, himaye edip gözetmeni… istiyorum!” diye Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakaracak ölçüde O’na yakın olsalar.
Böyle bir hassasiyete sahip olan bir mü’min derecesine göre sadece yakın çevresine değil, belki bütün bir ülke halkına, hatta bütün bir insanlığa bu ufku taşıyabilmenin, herkeste böyle bir heyecan uyarabilmenin hesabını yapacaktır. Onun derdi ve davası, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın nam-ı celîli anıldığı zaman burunların kemikleri sızlayacak ölçüde herkesin delice Efendiler Efendisi’ni (aleyhissalâtü vesselâm) sevmesini sağlamaktır. Diğer yandan o, insanların kaymaları, düşmeleri ve sürçmeleri karşısında ızdıraptan iki büklüm hâle gelir ve “Acaba, insanları mezelle-i akdam noktalardan uzak tutabilmek adına daha ne yapabilirim, ne yapmam gerekir?” diyerek oturup kalkıp bu mevzuda stratejiler üretme gayreti içinde olur. Hâsılı o, toplumu irşat etme, kaymaları önleme, dinden kopup gitmelerin önüne geçme istikametinde fevkalade hassas ve duyarlı bir hayat yaşar.
Başkalarını Diriltme Hassasiyeti
Bu istikamette o, ruh u revan-ı Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece kendi ülkesinin minarelerinde şehbal açmasını yeterli bulmaz; bunun ötesinde “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.” hadis-i şerifini kendisi için bir hedef, bir ufuk olarak görür ve hayatını bu gayeye bağlı götürmeye çalışır. Bu ufkun peşinden koşarken de o, hiçbir zaman kendi darlığına takılmaz, “Benim gibi bir adam ne yapabilir ki?” demez; “Allah küçüklere büyük işler gördürür” mülahazasıyla her zaman azimli, her zaman gayretli davranır ve hep sorumluluk ruhuyla hareket eder. O, “Bir yerde imanla dolu bir sine varsa, o sine, bir yolunu bulup oradaki bütün gönüllere ruhunun ilhamlarını duyurabilir.” anlayışına sahiptir. Evet, bilinmesi gerekir ki, eğer bir insanın himmeti bütün bir millet olursa, Allah, bütün bir milletin yapabileceği işi o şahsa yaptırır. Hazreti İbrahim’e ve İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) yaptırdığı gibi böyle ulvî bir misyonu o insana da müyesser kılar.
İşte bütün bunlar, dindar olmanın ötesinde dinî hayatta fevkalade hassas olmanın ifadesidir. Diğer bir tabirle buna, başkalarını diriltme ve ihya etme hassasiyeti de diyebilirsiniz. Bu açıdan denilebilir ki, dindarlıkla dinî hassasiyet birbirinden farklıdır. Ancak bunların hemhudut oldukları yerler de vardır. Dindarlığın son hududu olan, şüpheli şeylerden sakınma, kaçırdığı bir namazdan dolayı kendini âdeta cinayet işlemiş bir mücrim gibi görme ve böyle bir hassasiyet ufkunda memur olduğu şeyleri kusursuz bir şekilde kemal-i hassasiyetle yerine getirme, aynı zamanda; Allah’ın emrettiği fiilleri işlediği zaman tahdis-i nimet mülâhazasıyla bundan inşirah duymanın yanında, “İnşallah işin içine riya karıştırmamışımdır, inşallah onu süm’a ile kirletmemişimdir!” endişesini taşıma gibi hususlar, dinî hassasiyetin de başlangıcı demektir. Çünkü bu enginlik ve derinlikte hassasiyete sahip olan bir mü’min, böyle bir hassasiyetin gereği olarak duyup hissettiklerini başkalarına da duyurmak, mazhar olduğu nimetleri başkalarına da ulaştırmak ister.
Öncelikle Benlik Âbidelerimizi Yerle Bir Edelim
Bu ufkun insanları, daha ziyade muzdarip dimağlardır. Bunlar otururken kalkarken hep mefkûrelerini düşünür, onun fikir çilesini çekerler. Hatta –bağışlayın– ıtrahat esnasında bile, zihnî aksiyonlarını devam ettirir, yeni yeni düşünceler üretir ve akıllarına gelen bu düşünceleri ilk fırsatta hemen bir yere kaydeder, kaydetme fırsatı bulamadıklarında ise, daha sonra değerlendirmek üzere onları kafalarının nöronlarına yerleştirirler. Dava ızdırabı, bu muzdarip ruhları, bazen namazda sehiv yaşatacak ölçüde sarar. Terminolojide böyle bir kavram olmasa da, biz mukarrabînin sehivlerini işte böyle bir yüksek mülâhazaya bağlıyoruz. Meselâ biz, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazlarındaki birkaç sehvi hakkında şöyle düşünürüz: “Maalîye açık olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) kim bilir ne tür yüksek mülâhazalar arkasında koşuyordu ki, namaz bir mânâda o hâle göre küçük kaldı.” Zaten O (aleyhissalâtü vesselâm), vazifesine göre miracı bile küçük görmüş, ulaşılmazlara ulaştıktan sonra vazifesi icabı geriye dönmüştü. Nitekim Abdülkuddûs’ün miraç hakkındaki sözleri bu hakikati izah eder gibidir. O der ki: “Vallahi Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) erişilmezlere erdi, görülmezleri gördü. Öyle yerlere ulaştı ki, oraya giden bir insanın geriye dönmesi mümkün değildir. Vallahi ben oralara gitseydim geriye dönmezdim!” Bu iki mülâhazayı değerlendiren bir başka Allah dostu ise şöyle der: “İşte veli ile Peygamber arasındaki fark!” Yani veli, fenafillah, bekabillah, maallah, yolunda yükselir gider; fakat Peygamber, yükseldiği en yüksek zirvelerden sonra insanların elinden tutarak onları da oralara götürme adına geriye, onların arasına döner.
Hazreti Ömer Efendimiz’in namazındaki sehvi de aynı mülâhazaya bağlayabiliriz. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) namazını bitirdikten sonra sahabe efendilerimiz namazı yanlış kıldığını hatırlattıklarında, O, Irak’a i’lâ-yı kelimetullah için asker sevk ettiğini söylemişti. Görüldüğü üzere bu büyük kametlerin hayatlarının her alanında hâkim olan i’lâ-yı kelimetullah vazifesi, namazın boşluklarında bile onların kafasına girmiştir. İşte bu, kendi dinine sahip çıkma mevzuunda fevkalade bir hassasiyetin ifadesidir. Din konusunda bu derece hassas olan bir insanın, ne haramlara açık durması ne de farzlarda bir kusur ve çatlama meydana getirmesi mümkün değildir.
Hâsılı, pörsümüş duygularla ve aradan çıkarma mülâhazasıyla ibadetlerini yerine getiren bir topluluğun ruhumuzun heykelini dikmesi ve yeniden bir diriliş kahramanı olması mümkün değildir. Şayet biz milletçe göz alıcı, inşirah verici ve insanı büyüleyen bir ruh âbidesi ikame etmek istiyorsak, öncelikle elimize bir balta alarak kendi benlik âbidemizi yıkmalıyız. Daha sonra da taşı ve toprağı dinin emir ve nehiyleri, harcı da Cenâb-ı Hakk’ın rızası olan bir âbide ikame etmeliyiz ki bir daha yıkılmasın. Dolayısıyla “Kıl namazını, tut orucunu, karışma kimsenin işine!..” düşüncesine sahip bir anlayış kesinlikle tasvip edilemez ve böyle bir anlayışın i’lâ-yı kelimetullah vazifesi yerine getirmesi de mümkün değildir.