Administrator
Galata Kulesi
Başım dik, tenim hafif kavruk buğday rengi
Galata kulesi koydular ismimi
Bilirim, işlemeli değildir yapıldığım taşlar
Lakin ölçemedi, hiçbir ölçü birimi
Duvarlarıma kazınmış şiirlerin kıymetini
Benim anahtarım teslim edilince Fatih’e
Yeniden temelleri atıldı onun
Bir denizkızı misali
Poz verir gibi
Kayalıkların üstüne uzanmış
Bir gelinlik kadar beyazdı cemali
Bilmem ki nasıl tasvir etmeli
Ah be Kızkulesi!
Dayanılacak güzellik değildir seninki
Ben uzun uzun, dalgın dalgın bakınca ona
İlk Kızkulesi göz kırpmıştı bana
Ben nerden bileyim
Gemilere bile göz kırptığını
Sevdaya düştüm, Bimarhaneye döndüm
Onu görünceye dek
Her gün seyrederim, Yedi tepenin yedisini
Sonra görmez oldum, ondan başkasını
Haksız mıyım?
Galata kulesi Âşık, Kızkulesi Maşuk olunca
Tepeler küsmüş, kimin umurunda
İşte o yaşta şairlik başladı bende
Nice tümceler yazdım, şişelere koydum
Denize saldım, mühürlü aşk beyitlerimi
Okusun AYDIN’ lansın istedim
O kadar çok yazmışım ki
Saray şairi oldu balıkçıları hepsi
Bir tek o okudu da anlamadı beni
Ben açtıkça yüreğimi
Haykırdıkça sevgimi
Sessiz sessiz denizi seyretti
“Olmaz, biz buluşamayız, anlaşamayız” dedi
O bunu söyleyince
Yer yarıldı, gök karardı
Yıkıldım, harap oldum, viraneye döndüm
Mateme büründü tüm şehir
Âdemoğlu kâinatın son günü sandı
Tarihe deprem olarak düştü kaydı
Hala “Küçük Kıyamet” diye bilinir namı
Ey gözleri yapıldığım taşlara benzer dilber
Haçlılar bile
Seferlerinde bu kadar ziyan eylememişti beni
Sorarım sana
Nasıl mazur görülür
Hiçe sayman
Sana divaneler gibi âşık hallerimi
Vakit 16. asırdı
Zindan olmuştu artık hayat bana
Harp esirlerini koydular içime
Onlar kederli, ben daha kederli
Kulaklarımızda sağır gürültüler
Elden ayaktan kesilmiş
Kurtuluş diye beklerdik eceli
Üçüncü murat dedi ki
“Nedir sendeki bu kasvet
Senin gibisinin fezaya bakması gerek”
Emir verdi
Murat Bin Hayrettin kaldırdı heyelanımı
Tekrar dizdiler taşlarımı
Biz de
Gökyüzüne bakmaya başladık Takiyıddin ile
Heyhat, bu yaşa bu vakte kadar
Bir onu görmüş, bir onu sevmişiz
Kalbimizden silinecek değil ya
Semada yıllarca aradık Ayyıldız’ı
Aramakla bulunsaydı
Âdemoğlu ab-ı hayatı bulurdu
Bulamadık…
Seneler sonra
Dördüncü murat devriydi
Canı sıkılmış olacak
Topkapı sarayından Haliç’e çevrince gözlerini
Beni fark etmiş
“Hatırladın mı beni? ” dedi
Seni unutmak ne mümkün
Başladık tekrar konuşmaya
Gündüzler geceye,
Geceler gündüze varıncaya dek
Hoş sohbetler ettik
Bir vakit tutamadım kendimi
“Ben hala seni seviyorum” dedim
Şaşırdı,
“Olamaz! Sevemezsin! ” dedi
Bir gün Martılar söyledi
Bana bir mektup yazıp güvercinin biriyle göndereceğini
Daha onunki varmadan yazdım ilan-ı aşkımı
Daha hızlı ulaşsın diye benimki
Bir beşer buldum, Hazerfan isimli
İki kartal kanadı taktık kollarına
Süzüldü Üsküdar ufuklarına
Akabinde sürüldü uzak diyarlara
Hazerfan’ın sürgünü padişahın kıskançlığından sanılır
Aslı başkadır hikâyenin
Dördüncü Murat kızmış benim yazdığım mektuba
Böyle övgü böyle naat ondan başkasına yazılmazmış
Kimse sevilemezmiş bu kadar
Beni de tekrar zindan eyledi
Ben de arkadaş oldum Yedikule ile
Bakmayın sıfatımızın zindan olduğuna
Her birimizin vardır ayrı bir görevi
Yalnız çok kıskanırmış beni Hazine Kulesi
Bir gün hazinedar başından işitmiş
“Galata’nın mektubunun yanında
Az kalır, Hazine-i hümayunun ederi”
Üçüncü Ahmet devriydi sanırım
Bana dediler ki yangın çıktığında söyleyeceksin
Bre akılsızlar!
Ben sevda esiriyim
Her nefeste için için yanıyorum
Bu meftunlukla neyi gözetleyeceğim
Baktılar böyle olmayacak
Bir kule daha yaptılar
Harik köşkü isimli
Bir ara Mehter Takımı konuk olmuştu bana
Onlar çalınca mızıkalarını
Hasretten olacak
Galeyana gelmişim, bir ah çektim
Bizim Harik yangın çıktı sanmış
Ortalığı ayağa kaldırmış
O da haksız değil aslında
Korkuyor bir gün tutuşup
İstanbul’u yakacağımdan
Gece gündüz hazır bekletiyor tulumbacıları
Ne olur demeyin “Bu derece aşk ziyade”
Deryalar dolusu zehirdir benim sevdiğim abide
Hele bir kere tatmaya görün
Vurgun yemişe döner insan
Artık ne göz görür, ne de kulak işitir
Evet, biçare kalmaktır benim ki
Yalnız kolaysa gelin gönlümdeki sevdayı taşıyın
Atlasın sırtlandığı ne ki
Bir vakit hasret sona erdi
Üçüncü selimdi tahtın sahibi
Takvim 1794, günlerden haziranın yirmisi
O kollarını doladı boynuma
Ben sımsıkı sardım belini
Kumrular gibi
İlk kez öpüştük
Yandım ki ne yandım
Tüm Marmara’yı döktüler üstüme de
Söndüremediler beni
Yıl 1875 idi
İlk defa beni sevdiğini söyledi
Aklım başımdan gitti
Ah! Bu nasıl bir sevinç
Rüzgârdan külahım devrildi
Orak mevsimiydi
Bana öpücüklü bir mektubun içinde geldi
Uzak diyarlardan onun hediyesi
Tahta bir kaşık
Genç kızlar yavuklularına verirmiş
Buna sevinilir mi demeyin
Olamazdım, bu kadar bahtiyar
Şu koca İstanbul’u bana bağışlasalar
Siz bilmezsiniz, görmezsiniz
Anlayamaz benden başka kimse
Göğsüm daralıyor, duyunca onun ismini
Başım dönüyor, gözlerimi her kapattığımda
O belirince ufukta, sığamıyorum bu duvarlara
Bakmayın öyle ihtişamlı durduğuma
Ben basit bir dilenci
Yoktur, Kızkulesi’ni sevmekten başka becerisi
Bilirdim benim onu sevdiğim kadar
Beni sevmediğini, sevemeyeceğini
Kendisi de söylerdi
“Ben kibirli ve bencil Kızkulesi
Bakalım ne kadar üzeceğim seni”
Yine de, o mahmur bakışlı bir prenses idi
Aşikâr oldukça meftunluğum
“Beni bu kadar çok sevme” diye isyan ederdi
Ama gel gör ki
Rum ateşi ile sıvamışlar sanki
Kaç asırdır yağmur yağar üstüme
Lakin söndüremez gönlümdeki alevleri
Her daim çınlar kulaklarımda,
“Yangın var! ” sesleri
Pera ahalisinin diline düştüm, bir zamanlar
Rivayete bak;
Güya ben normal bir insanmışım eskiden
Eros’un tüm okları saplanınca yüreğime
Tanrılara değil aşka tapar olduğumdan
Ürkmüşler sevdamdan
Beni taşa çevirmişler işte bu korkudan
Sadece ben mi düştüm dile
Grimm Kardeşler köy köy, kasaba kasaba
Pamuk prenses diye anlatırdı onu çocuklara
Deniz dalgalı olunca ıslanır üşürmüş ayakları
O üşüyünce buz kesmez miyim ben
Yıldızları ayaklarının altına serecektim
“İstemem onlar bana layık değil” dedi
Hemen İki çift çetik örüldü,
Her ilmeği her düğümü toprak kokan
Zira en sıcak yorgandır toprak
Kaç milyar kişinin üstüne örter de
Bir tanesi ses çıkarıp üşüyorum demez
Yalnız hiç anlamadım
Ben gene orman yangını gibi yanarken
Onun aşkıyla onun ismiyle
Bir sebep dahi demeden
Elimi tutmak istemediğini söyledi
Ansızın, niçin, nasıl ve neden?
Hem de normal bir şeymiş gibi
İçime gömdüm acımı
Öksüz bir papatya misali
Cam kırıkları doldu avucuma
Ama yine de anlatmaya çalıştım sevdamı
Ve günlerden Cumartesi
Düşünmüş, taşınmış,
Sözlerini bir zırh emsali kuşanmış
Ayrılık bir top
Yazdığı iki satır ise gülle
Metrelerce olsa da duvarlarımın kalınlığı
Binlerce kilometre uzaklıktan
Tek bir cümlede parçalandı kalbim
Tek bir cümlede kimsesiz kaldım
İstila edildim ey vicdansızlar!
Şuursuzca çıktı o birleşik krallık askerleri
İki kelime beklerdim ondan
Deseydi ki “Kalk! Ayaklan!
Gir Haliç’e, dal tuzlu sulara
Boğul orada!
Bir tek saçımın teli için “
“Emrin olur! ” Derdim
Heyhat! Bir tahta kaşık suda boğdu beni
Rabbim bu nasıl bir acı
Genç Osman kulesinde vurup başımı
Atsalardı kanlı kuyuya
Bu kadar telef olmazdı bedenim
Vah ki ne vah!
Seksen dokuz arşın boyum
Çıkmadan son soluğum
Yerin yedi kat dibinde
Ebedi zindanlara koyuldum
Dediler “Sen namı değer Galata Kulesi”
İstanbul’un en yüksek bekçisi
Küskün bir çocukmuşçasına
Nasıl bükersin boynunu
Nasıl teslim olursun
Çünkü onlar
Gidecekler!
Hem de geldikleri gibi
Ve gittiler…
Kim bilir
Şimdilerde
Belki bir Big Ben vardır onun gönlünde
Lakin hala şaşıyorum
Nasıl bırakılır bu kadar çok seven âşık
İşin acısı, yüreğimdeki bu ateş yandıkça
Isınıyor âlem-i cihan
Ve nihayeti bellidir dünyanın,
Yıllar geçtikçe
Uzak kıtalarda eriyecek buzlar
Denizler yükselecek ve gömülecek
O özgürlük ismindeki sulara
Çırpınsa da ruhum, içim içimi kemirse de
Yemin üstüne yeminler olsun
Gururum izin vermeyecek onu bir daha görmeye
Başım dik, tenim hafif kavruk buğday rengi
Galata kulesi koydular ismimi
Bilirim, işlemeli değildir yapıldığım taşlar
Lakin ölçemedi, hiçbir ölçü birimi
Duvarlarıma kazınmış şiirlerin kıymetini
Aydın Meriç (2009)
Başım dik, tenim hafif kavruk buğday rengi
Galata kulesi koydular ismimi
Bilirim, işlemeli değildir yapıldığım taşlar
Lakin ölçemedi, hiçbir ölçü birimi
Duvarlarıma kazınmış şiirlerin kıymetini
Benim anahtarım teslim edilince Fatih’e
Yeniden temelleri atıldı onun
Bir denizkızı misali
Poz verir gibi
Kayalıkların üstüne uzanmış
Bir gelinlik kadar beyazdı cemali
Bilmem ki nasıl tasvir etmeli
Ah be Kızkulesi!
Dayanılacak güzellik değildir seninki
Ben uzun uzun, dalgın dalgın bakınca ona
İlk Kızkulesi göz kırpmıştı bana
Ben nerden bileyim
Gemilere bile göz kırptığını
Sevdaya düştüm, Bimarhaneye döndüm
Onu görünceye dek
Her gün seyrederim, Yedi tepenin yedisini
Sonra görmez oldum, ondan başkasını
Haksız mıyım?
Galata kulesi Âşık, Kızkulesi Maşuk olunca
Tepeler küsmüş, kimin umurunda
İşte o yaşta şairlik başladı bende
Nice tümceler yazdım, şişelere koydum
Denize saldım, mühürlü aşk beyitlerimi
Okusun AYDIN’ lansın istedim
O kadar çok yazmışım ki
Saray şairi oldu balıkçıları hepsi
Bir tek o okudu da anlamadı beni
Ben açtıkça yüreğimi
Haykırdıkça sevgimi
Sessiz sessiz denizi seyretti
“Olmaz, biz buluşamayız, anlaşamayız” dedi
O bunu söyleyince
Yer yarıldı, gök karardı
Yıkıldım, harap oldum, viraneye döndüm
Mateme büründü tüm şehir
Âdemoğlu kâinatın son günü sandı
Tarihe deprem olarak düştü kaydı
Hala “Küçük Kıyamet” diye bilinir namı
Ey gözleri yapıldığım taşlara benzer dilber
Haçlılar bile
Seferlerinde bu kadar ziyan eylememişti beni
Sorarım sana
Nasıl mazur görülür
Hiçe sayman
Sana divaneler gibi âşık hallerimi
Vakit 16. asırdı
Zindan olmuştu artık hayat bana
Harp esirlerini koydular içime
Onlar kederli, ben daha kederli
Kulaklarımızda sağır gürültüler
Elden ayaktan kesilmiş
Kurtuluş diye beklerdik eceli
Üçüncü murat dedi ki
“Nedir sendeki bu kasvet
Senin gibisinin fezaya bakması gerek”
Emir verdi
Murat Bin Hayrettin kaldırdı heyelanımı
Tekrar dizdiler taşlarımı
Biz de
Gökyüzüne bakmaya başladık Takiyıddin ile
Heyhat, bu yaşa bu vakte kadar
Bir onu görmüş, bir onu sevmişiz
Kalbimizden silinecek değil ya
Semada yıllarca aradık Ayyıldız’ı
Aramakla bulunsaydı
Âdemoğlu ab-ı hayatı bulurdu
Bulamadık…
Seneler sonra
Dördüncü murat devriydi
Canı sıkılmış olacak
Topkapı sarayından Haliç’e çevrince gözlerini
Beni fark etmiş
“Hatırladın mı beni? ” dedi
Seni unutmak ne mümkün
Başladık tekrar konuşmaya
Gündüzler geceye,
Geceler gündüze varıncaya dek
Hoş sohbetler ettik
Bir vakit tutamadım kendimi
“Ben hala seni seviyorum” dedim
Şaşırdı,
“Olamaz! Sevemezsin! ” dedi
Bir gün Martılar söyledi
Bana bir mektup yazıp güvercinin biriyle göndereceğini
Daha onunki varmadan yazdım ilan-ı aşkımı
Daha hızlı ulaşsın diye benimki
Bir beşer buldum, Hazerfan isimli
İki kartal kanadı taktık kollarına
Süzüldü Üsküdar ufuklarına
Akabinde sürüldü uzak diyarlara
Hazerfan’ın sürgünü padişahın kıskançlığından sanılır
Aslı başkadır hikâyenin
Dördüncü Murat kızmış benim yazdığım mektuba
Böyle övgü böyle naat ondan başkasına yazılmazmış
Kimse sevilemezmiş bu kadar
Beni de tekrar zindan eyledi
Ben de arkadaş oldum Yedikule ile
Bakmayın sıfatımızın zindan olduğuna
Her birimizin vardır ayrı bir görevi
Yalnız çok kıskanırmış beni Hazine Kulesi
Bir gün hazinedar başından işitmiş
“Galata’nın mektubunun yanında
Az kalır, Hazine-i hümayunun ederi”
Üçüncü Ahmet devriydi sanırım
Bana dediler ki yangın çıktığında söyleyeceksin
Bre akılsızlar!
Ben sevda esiriyim
Her nefeste için için yanıyorum
Bu meftunlukla neyi gözetleyeceğim
Baktılar böyle olmayacak
Bir kule daha yaptılar
Harik köşkü isimli
Bir ara Mehter Takımı konuk olmuştu bana
Onlar çalınca mızıkalarını
Hasretten olacak
Galeyana gelmişim, bir ah çektim
Bizim Harik yangın çıktı sanmış
Ortalığı ayağa kaldırmış
O da haksız değil aslında
Korkuyor bir gün tutuşup
İstanbul’u yakacağımdan
Gece gündüz hazır bekletiyor tulumbacıları
Ne olur demeyin “Bu derece aşk ziyade”
Deryalar dolusu zehirdir benim sevdiğim abide
Hele bir kere tatmaya görün
Vurgun yemişe döner insan
Artık ne göz görür, ne de kulak işitir
Evet, biçare kalmaktır benim ki
Yalnız kolaysa gelin gönlümdeki sevdayı taşıyın
Atlasın sırtlandığı ne ki
Bir vakit hasret sona erdi
Üçüncü selimdi tahtın sahibi
Takvim 1794, günlerden haziranın yirmisi
O kollarını doladı boynuma
Ben sımsıkı sardım belini
Kumrular gibi
İlk kez öpüştük
Yandım ki ne yandım
Tüm Marmara’yı döktüler üstüme de
Söndüremediler beni
Yıl 1875 idi
İlk defa beni sevdiğini söyledi
Aklım başımdan gitti
Ah! Bu nasıl bir sevinç
Rüzgârdan külahım devrildi
Orak mevsimiydi
Bana öpücüklü bir mektubun içinde geldi
Uzak diyarlardan onun hediyesi
Tahta bir kaşık
Genç kızlar yavuklularına verirmiş
Buna sevinilir mi demeyin
Olamazdım, bu kadar bahtiyar
Şu koca İstanbul’u bana bağışlasalar
Siz bilmezsiniz, görmezsiniz
Anlayamaz benden başka kimse
Göğsüm daralıyor, duyunca onun ismini
Başım dönüyor, gözlerimi her kapattığımda
O belirince ufukta, sığamıyorum bu duvarlara
Bakmayın öyle ihtişamlı durduğuma
Ben basit bir dilenci
Yoktur, Kızkulesi’ni sevmekten başka becerisi
Bilirdim benim onu sevdiğim kadar
Beni sevmediğini, sevemeyeceğini
Kendisi de söylerdi
“Ben kibirli ve bencil Kızkulesi
Bakalım ne kadar üzeceğim seni”
Yine de, o mahmur bakışlı bir prenses idi
Aşikâr oldukça meftunluğum
“Beni bu kadar çok sevme” diye isyan ederdi
Ama gel gör ki
Rum ateşi ile sıvamışlar sanki
Kaç asırdır yağmur yağar üstüme
Lakin söndüremez gönlümdeki alevleri
Her daim çınlar kulaklarımda,
“Yangın var! ” sesleri
Pera ahalisinin diline düştüm, bir zamanlar
Rivayete bak;
Güya ben normal bir insanmışım eskiden
Eros’un tüm okları saplanınca yüreğime
Tanrılara değil aşka tapar olduğumdan
Ürkmüşler sevdamdan
Beni taşa çevirmişler işte bu korkudan
Sadece ben mi düştüm dile
Grimm Kardeşler köy köy, kasaba kasaba
Pamuk prenses diye anlatırdı onu çocuklara
Deniz dalgalı olunca ıslanır üşürmüş ayakları
O üşüyünce buz kesmez miyim ben
Yıldızları ayaklarının altına serecektim
“İstemem onlar bana layık değil” dedi
Hemen İki çift çetik örüldü,
Her ilmeği her düğümü toprak kokan
Zira en sıcak yorgandır toprak
Kaç milyar kişinin üstüne örter de
Bir tanesi ses çıkarıp üşüyorum demez
Yalnız hiç anlamadım
Ben gene orman yangını gibi yanarken
Onun aşkıyla onun ismiyle
Bir sebep dahi demeden
Elimi tutmak istemediğini söyledi
Ansızın, niçin, nasıl ve neden?
Hem de normal bir şeymiş gibi
İçime gömdüm acımı
Öksüz bir papatya misali
Cam kırıkları doldu avucuma
Ama yine de anlatmaya çalıştım sevdamı
Ve günlerden Cumartesi
Düşünmüş, taşınmış,
Sözlerini bir zırh emsali kuşanmış
Ayrılık bir top
Yazdığı iki satır ise gülle
Metrelerce olsa da duvarlarımın kalınlığı
Binlerce kilometre uzaklıktan
Tek bir cümlede parçalandı kalbim
Tek bir cümlede kimsesiz kaldım
İstila edildim ey vicdansızlar!
Şuursuzca çıktı o birleşik krallık askerleri
İki kelime beklerdim ondan
Deseydi ki “Kalk! Ayaklan!
Gir Haliç’e, dal tuzlu sulara
Boğul orada!
Bir tek saçımın teli için “
“Emrin olur! ” Derdim
Heyhat! Bir tahta kaşık suda boğdu beni
Rabbim bu nasıl bir acı
Genç Osman kulesinde vurup başımı
Atsalardı kanlı kuyuya
Bu kadar telef olmazdı bedenim
Vah ki ne vah!
Seksen dokuz arşın boyum
Çıkmadan son soluğum
Yerin yedi kat dibinde
Ebedi zindanlara koyuldum
Dediler “Sen namı değer Galata Kulesi”
İstanbul’un en yüksek bekçisi
Küskün bir çocukmuşçasına
Nasıl bükersin boynunu
Nasıl teslim olursun
Çünkü onlar
Gidecekler!
Hem de geldikleri gibi
Ve gittiler…
Kim bilir
Şimdilerde
Belki bir Big Ben vardır onun gönlünde
Lakin hala şaşıyorum
Nasıl bırakılır bu kadar çok seven âşık
İşin acısı, yüreğimdeki bu ateş yandıkça
Isınıyor âlem-i cihan
Ve nihayeti bellidir dünyanın,
Yıllar geçtikçe
Uzak kıtalarda eriyecek buzlar
Denizler yükselecek ve gömülecek
O özgürlük ismindeki sulara
Çırpınsa da ruhum, içim içimi kemirse de
Yemin üstüne yeminler olsun
Gururum izin vermeyecek onu bir daha görmeye
Başım dik, tenim hafif kavruk buğday rengi
Galata kulesi koydular ismimi
Bilirim, işlemeli değildir yapıldığım taşlar
Lakin ölçemedi, hiçbir ölçü birimi
Duvarlarıma kazınmış şiirlerin kıymetini
Aydın Meriç (2009)