Hz. MUHAMMED (sav) İlk talimatlar

MURATS44

Super Moderator
Katılım
16 Nisan 2013

İLK TALİMATLAR​

İlk talimatlar İlk talimatlar
Ey elbisesine bürünen! Kalk ve uyar. Rabb’ini yücelt. Elbiseni temiz tut. Pis şeylerden uzak dur. Yaptığın iyilikleri çok bularak başa kakma. Rabb’in için sabret. [80]

Resulüllah, Hıra mağarasında ilk ayetlerin vahyolunmasiyla bir peygamber olarak seçildiğini öğrenmişti. ‘îkra’, peygamberlik görevini başlatan ilk ayetlerin ilk kelimesi ve aynı zamanda ilâhî talimatların ilkiydi. Bu kelime ile Resulüllah’a ‘okuması’ emredildi. Resulüllah’ın insanlara ‘okuyup’ bildireceği şey ise, varlığı, hayatı, varoluşu anlamayı sağlayacak ebedî hakikatler, ilkeler, bireysel veya toplumsal hayatı düzenleyip en güzel şekline kavuşturacak emirler ve yasaklardı. İnsanların inanç yanlışlıklarını düzeltecek bilgilerin birkaçı da ‘ıkra’yı takiben verildi. Bu ilk ayetlerde, insanların rabb kabul ederek kendisine sığındıkları, emir ve isteklerine itaat ettikleri, ancak esasında rabb oluşla herhangi bir ilgileri bulunmayan şeylerin aksine; mutlak ve gerçek rabbın, insanı yaratan, sonsuz güce/kudrete sahip olan, insana bilgiyi öğreten Allah olduğu bildirildi.

Resulüllah, vahyolunan ilk ayetlerle birlikte, görevinin gereklerini yerine getirmesinin biç de kolay olmayacağını anladı. Daha ilk ayetlerde emredilen ve yerine getirmesi istenen şeyler bile, Mekke toplumunun bazı İnançlarıyla çatışıyordu. Bunların ilanının tepki göreceği kesindi. Biliyordu ki insanlara, inandıkları şeylerin ve yaşadıkları hayat tarzının yanlış olduğunu bildirerek, halihazırdakinden farklı bir inanç sistemi ve hayat tarzı sunmak kolay bir iş değildir. Böylesi bir işe kalkışmak, zorlukları, sıkıntıları, tepkileri peşinen kabul etmek demektir. Hatta Varaka b. Nevfel’in dediği doğru ise, ilâhî görevi dahilinde, düşündüğünün çok daha ötesinde büyük zorluklara muhatap olmayı kabullenmesi ve evinden, yurdundan sürülmeye hazır olması gerekmektedir. Bu nedenle, peygamberliğinin daha ilk günlerinde, bir insan olarak ilâhî görevinden kaynaklanan bazı sıkıntılara sahip oldu. Karşılaşacağı tepkiler nedeniyle ‘okuması’ emrolunan ayetleri insanlara ‘okumakta’ zorlandı. ‘Ne yapayım! Bunları kavmime nasıl söylerim! [81] diyerek en yakın dostu ve destekçisi eşine korku ve sıkıntılarını açtı. Ancak, yıllarca hakikati aramış, hayatının önemli bir kısmını hakikate ulaşma çabalarıyla geçirmiş birisi olarak, şimdi kendisine verilen hakikat bilgisini terk etmesi veya insanlara bildirmekten vazgeçmesi mümkün değildi. Önünde tek seçenek vardı: Görevinin gereğini yapmak. Başka bir seçeneği yoktu. Bu nedenle, göreceği tepkilerden çekinmesine rağmen, Hırâ’da vahyolunan ayetleri Mekkelilere, özellikle de çoğu zaman görüşüp konuştuğu Mekke eşrafına ‘okudu’. Onları kendisine vahyolunanlardan haberdar etti. Dinleyenler kulaklarına inanamadılar; şaşırdılar.

Mekke eşrafının dikkatini çeken ve şaşırmalarına neden olan asıl şey, Resulül-lah’m Mekke’deki mevcut inançlardan farklı bir inanca mensup olması değildi. Onlar, Resulüllah’ın, Mekke halkının genel inancıyla çatışan bir inanç sistemini insanlara bildirmekle görevli olduğunu söylemesine şaşırdılar. Durumu değerlendirmeye ve anlamaya çalıştılar, fakat zorlandılar. O güne kadar kendisiyle ilgili herhangi bir şikayetleri bulunmayan, son zamanlarda ise münzeviligi tercih ederek adeta dünyadan el-etek çeken ve ‘en güvenilir kişi olarak andıkları hemşehrilerinin, kendileri için oldukça farklı ve yeni bir söylemle karşılarına geçmesi yakın geçmişte yaşadıkları bazı sıkıntıları hatırlamalarına neden oldu. Zeyd b. Amr nedeniyle yaşananların tekrarlanmasından korktular. Zeyd’in, Kabe’nin putlar tapmağına dönüşmesini protesto etmesi ve putperestliği reddetmesi nedeniyle tüm Araplar katında itibar kaybına uğrayarak, birçok ekonomik imkân ve avantajlarını kaybetme tehlikesi yaşadıkları günleri hatırladılar. Bu sefer de Muhammed nedeniyle aynı durumla karşılaşmamayı temenni ettiler. Fakat takip eden günler endişelerini artırdı. Resulüllah, üyelerini Mekke eşrafının teşkil ettiği ve hemen her gün Kabe’nin yanındaki Dârıı’n Nedve’de toplanan şehir meclisine eskiden sıklıkla uğrayıp görüşme ve sohbetlere katılmasına rağmen, artık hiç uğramıyordu. Mekke eşrafı, O’nun Meclise uğramamasını, muhtemel bir ayrılığın ilk işaretleri olarak değerlendirdiler.

Şehir meclisindeki sohbet toplantılardan birisinin gündemini, yıllardır ‘en güvenilir kişi’ olarak andıkları hemşehrileri Muhammed’in kendilerine “okuduğu’ sözler ve kendilerinden uzak durması oluşturdu. İki yıla yakın süredir garip bir tutum sergileyen, günlerinin büyük bir kısmını dağdaki mağarada veya şehre indiği zaman da evinde geçiren, ticareti terk eden, insanlarla ilişkilerini seyrelten Muhammed’in, topluma çok farklı bir misyonla dönüşünün sebep ve sonuçlarını konuştular. Kâhin olduğunu veya olmayı planladığını düşündüler. Fakat bu iddia kendilerine de gerçekçi gelmedi ve ikna olacakları bir değerlendirme yapmakta zorlandılar. Toplantı sonunda her şeyi kendisiyle açıkça görüşmeye ve bu görüşme sonunda edinecekleri bilgi ve kanaate göre bir tavır almaya karar verdiler. Resulüllah kendi yanlarına ve özellikle Meclis’e gelmediği için, Meclis’i temsilen kendilerinden birisinin onunla görüşmesini kararlaştırdılar. Bu amaçla, Meclis’in sayem üyelerinden ve Nizâret işlerinden sorumlu Ebû Bekir’i görevlendirdiler. Muhammed’in düşüncesini doğru şekilde ancak Ebû Bekir aracılığıyla öğrenebilirlerdi. Zira o, Muhammed’in en yakın arkadaşıydı.

Ebû Bekir, hem Meclis’in temsilcisi sıfatıyla ve hem de kişisel bir merakla yakın dostunun evine gitti. Arkadaşına, hakkında yapılan dedikoduları bildirdi. Kendisiyle ilgili duyduklarının doğru olup-olmadığını sordu. Oturup konuştular. Ebû Bekir, arkadaşını, ne söylediğini ve ne yaptığını bilen birisi olarak buldu. O’nu, geçici bir hevesin peşinde koşturan bir maceraperest veya zihinsel bir problemi nedeniyle ne yaptığını bilmeyen birisi olarak görmedi. Değerli dostu, kendisine, ilâhî bir görevle sorumlu olduğunu, görevinin cinlerle bir ilgisinin bulunmadığım söylüyordu. Söyledikleriyle, hâl ve hareketleriyle, tutum ve davranışlarıyla karşısında son derece normal, akıllı, bilinci yerinde birisi vardı. Zaten çocukluğundan beri yakından tanıdığı dostu hep böyle birisiydi.

Ebû Bekir, Meclise dönerek sevgili arkadaşı ile ilgili gördüklerini ve işittiklerini bildirdi, kanaatini açıkladı. Eşraf, düşündükleri şeyin doğru olduğunu duymaktan rahatsız oldu. Siyasî açıdan hassas bir denge üzerinde bulunan Mekke’nin seçkin aileleri arasında problem olabilecek bir durumla, Mekke’deki siyasî dengenin bozulmasına yol açabilecek bir süreçle karşı karşıya kalınacağının ilk işaretlerini fark etmiş olmanın sıkıntısıyla “başımıza büyük bir iş açıldı [82] demekten kendilerini alamadılar. Fakat buna rağmen umutlarını koruyup, Muhammed’in durumunun geçici bir heves olmasını temenni etmeyi tercih ettiler. Hatta son yıllarda münzevî kimliği ön plana çıkması nedeniyle duygusal patlama yaşıyor olabileceğini düşündüler. Bu temenni ve düşünceler o an için kendilerine daha makûl geldi. Yapılması gereken en uygun davranış, bekleyip görmekti. Mevcut şartlar açısından Muhammed’in durumunun geçici bir heves veya problem olmaktan öteye geçmemesini ummaktan ve beklemekten başka yapacakları herhangi bir şey yoktu. Bu kararlarının doğru olduğunu gösteren bir durumu da kısa süre içerisinde görüp, bu nedenle sevindiler. Muhammed’den, uzun bir süre, mağarada kendisine bildirildiğini söylediği sözlerin dışında yeni bir şey duymadılar, hatta meleğin kendisine gelmemesi nedeniyle sıkıntı içerisinde olduğunu öğrendiler. Vahyin kesintiye uğraması mutluluklarını artırmaya fazlasıyla yetti. Sevinç içerisinde ‘Eğer Muhammed’e gelen şey, gerçekten Allah katından olsaydı, devam ederdi[83] diyerek rahatladılar. Sevincim bizzat Resulüllah’m yüzüne ‘Cininin seni terk ettiğini görüyorum [84] diyerek kaba ve aşağılayıcı bir tavırla dile getirenler de oldu. Bazıları ise ‘Muhammed’e veda edildi [85] diyerek yeni durumu sevinç içerisinde çevrelerindeki insanlara bildirdiler.

Karşılaştığı bu ilk tepkiler, düşündüğü zorlukların sadece zihninde yer alan hayali şeyler olmadığını anlaması açısından Resulüllah için önemliydi. Daha düne kadar kendisine büyük saygı gösterenlerin, hatırını kırmaktan kaçınanların, henüz birkaç ayette kendisine karşı dostane olmayan tavırlar geliştirmeye başladıklarını görünce biraz korktu, biraz üzüldü. Vahiy devam ettikçe, ‘okuması’ gereken bilgiler arttıkça durumunun ne olacağını düşündü. Bunları düşündükçe korku ve tedirginliği daha da arttı. Bu korku ve tedirginliğe, vahyin kesilmesi nedeniyle yaşadığı terkedilmiş olma korkusu da eklenince, durumu hepten kötüleşti. İntihar etme düşüncesiyle sarp dağların zirvelerine çıktı. Fakat bunun yanlış bir tercih olduğunu anlayarak, düşüncesini uygulamaya koymadı. Mekke’ye döndüğü zamanlar evine kapandı. Kimselerle görüşmedi. Daha önce yalnızlığa eğilimli hayatını hepten yalnızlığa hapsetti. Günler zor geçiyordu, fakat yıllar geçti. Üç yıl sonra Müddessir sûresinin ilk yedi ayetinin vahyolunmasıyla, kaygılarının en önemli nedeni olan terk edilmiş olma düşüncesinden tamamıyla kurtuldu.

İlahî Görev Başlıyor​

Fetret dönemi ile bir durum değerlendirmesi yapmasına, ilk vahyin neden olduğu şoktan kurtulmasına ve durulmuş bir vaziyette peygamberlik görevine hazır duruma gelmesine imkân sağlanan Hz. Muhammed, Müddessir sûresinin ilk ayetleri ile birlikte, insanları ‘esenlik yurdu’na. ulaştıracak yegâne inanç sistemini ve hayat tarzını tebliğe başlamaya çağırıldı. Kırk üç yıldır devam eden kendi halinde, hiçbir yanlışa müdahale etmeyen tavrını terk etme zamanının geldiği bildirildi. Artık üzerindeki örtüleri atmalı ve hakikati ilan etmeliydi. Artık O, şirkin hakim olduğu bir toplumda, kendi halinde yaşayan ve her türlü inanç ve yaşantı yanlışından uzak kalmaya çalışan Abdullah’ın oğlu Muhammed olmamalıydı. O, sadece kendisini ve ailesini, belki biraz da kabilesini veya hemşehrilerini düşünen birisi olarak kalmamalıydı. O artık Resulüllah idi; tüm insanların kurtuluş önderiydi.

Müddesir süresinin ilk ayetinde, Hz. Peygamber’e görevi dahilinde verilen ilk emir “Kalk ve uyar [86] oldu. Bu, henüz işin başında olunduğu için kapsamı bilinmeyen son derece genel bir emirdi. Resulüllah çevresindeki insanları, hangi konularda uyaracaktı? Uyarma konusunu belirlemek kendisine mi bırakılmıştı? Nasıl uyaracaktı? Soruları daha da artırmak mümkündür. Fakat insanları uyarma talimatını veren ayetin hemen arkasından, bu soruların oluşmasına imkân vermeyecek gerekli açıklama yapıldı: Rabb’ini yücelt.[87] Niçin? Bu, Resulüllah’ın zihninde yer bulmayan, ama ondan bin dört yüz yıl sonra yasayan bizler için son derece önemli bir sorudur. O elbette ki, mensubu olduğu toplumun inancını çok ayrıntılı bir şekilde bilen birisi olarak ‘Rabb’tni yücelt’ emrinin neyi gerektirdiğini anlamıştı; ne yaparsa ‘Rabb’ini yücelteceğini biliyordu. O’nun neyi anladığını tespit edebilmek için, o günün Mekke toplumunun ‘Rabb’ konusundaki inançlarının neler olduğunu dikkate almak gerekmektedir.

Müşrik Arapların Allah İnancı​

Bugün yaygm bir şekilde, Resulüllah’m bir peygamber olarak gönderildiği ve îslâm’a davet ettiği Arapların, Allah’ın varlığı konusunda herhangi bir bilgiye sahip olmadıkları zannedilmekte, bu nedenle Allah’ın varlığına inanmadıkları düşünülmektedir. Bu ise, Resulüllah’ın görevini ve dolayısıyla İslâm’ı anlama çabalarinı, daha ilk adımda yanlış bir istikamete yönlendirmektedir. Çünkü bu yaygın ve yanlış kanaat, Resulüllah’ın görevinin, zamanının insanlarını ‘Allah’ın varlığına’ ve ‘varlığının birliğine’ inanmaya çağırmaktan ibaret olduğu gibi bir düşüncenin oluşmasına yol açmaktadır. Halbuki konuyla ilgili mevcut bilgiler çok daha başka şeyleri ifade eder niteliktedir.

Mevcut bilgilerden hareketle, Mekke ve çevresinde yaşayan putperest Arapların, ‘Allah’ ismine ve daha da önemlisi, ‘Allah’ın var olduğu ve varlık olarak bir olduğu’ inancına yabancı olmadıkları biliniyor. Müşrik Arapların bir ve muktedir Allah inancına sahip oldukları konusunda günümüzün Müslüman araştırmacıları kadar, müsteşrikler de hem fikirdir. Konuyla ilgili oldukça önemli çalışmalar yapmış olan Izutsu’nun bir tespiti konunun bir örneği olarak dikkate alınabilir. Izutsu, ‘Araplar arasında bulunan Allah havramı, mahiyet itibarıyla islâm’ın Allah kavramına şaşınlacak derecede yakındır [88] tespitini dile getirmektedir. Bu tespit, ilk anda, bazıları Mekke’de ikamet eden ve Allah inancına sahip olan ‘Hamleri düşündürebilir. Fakat bu yanlıştır. Arapların Allah inancına sahip oldukları ifade edilirken kastedilenler, Hanif ismiyle anılan istisna şahsiyetler değildir. Söz konusu inancın sahipleri, Resulüllah’m karşısına şirkin temsilcisi olarak çıkan Mekke eşrafı ve dindaşlarıdır. Yani, Ebû Cehil, Ebû Leheb, Velid b. Muğire, Âs b. Vâil, Ut-be b. Rabia… gibi Dâru’n Nedve’nin üyeleri ve yandaşları.

Birçok bakımdan kesin olarak biliniyor ki, Resulüllah, İslâm’ı tebliğe başladığı zaman, Araplara, daha önce hiç duymadıkları ve bilmedikleri yüce bir varlığın isminden ve sıfatlarından bahsetmedi. Müşrik Arapların “‘Allah’ı bildikleri, O’nun varlığına ve varlık olarak birliğine inandıkları konusunda yığınla delil var. Cahiliye devri Arap şiiri bu konuda önemli bir kaynaktır. Bu şiirlerde, Allah’ın mutlak yaratan oluşu, Allah’la ilgili inancın en önemli özellikleri arasında yer almaktadır. Ünlü Şair Antere’nin bir şiiri bu konunun önemli örneklerindendir. Antere bir şiirinde şöyle demektedir:

Ey erâk (ağacı) üzerine konan kuş, Seni yaratan Rabb’in hakkı için (onların nereye gittiklerini) söyle. Herhalde sen nereye gittiklerini biliyorsun.

Antere, bir başka şiirinde de Allah’tan ‘Nefisleri yaratan’, bir diğerinde ise ‘Göğü ve Ayı kontrol eden’ olarak bahsetmektedir. Ayrıca, İslâm öncesi Arap şiirleri üzerinde yapılan araştırmalarda, müşrik Arapların inandıkları Allah’ın isimleri arasında ‘Rabb’ul Beyt (Evin Kabe’nin sahibi, efendisi), ‘Rabb’ul Kabe’ (Kabe’nin-sahibi, efendisi), ‘Rabb’ul Mekke’ (Mekke’nin sahibi, efendisi) isimlerinin sıklıkla geçtiği tespit edilmiştir. Siyer ve Tarih’lerde çok miktarda bulunabilecek ve İslâm öncesi dönemdeki Arapların, Allah inancına sahip olduklarına delil olabilecek şiirlerden bazıları bizzat Resulüllah’m dedesi Abdülmuttalib’e aittir. Abdülmuttalib’e ait bazı şiirlerde şu tür ifade ve tanımlara rastlanmaktadır: ‘Rabbime söz verdim, ben ahdimi gözetirim’, ‘Evet, örtüler örtülen Beyt’in Rabbine yemin ederim’, ‘Takatsiz yük develerinin de Rabbi olan Allah’a yemin ederim’, ‘Korkarım Rabbimden, şayet emrine isyan edersem. Vallahi, hiçbir şey onun hükmüne güç yetiremez’, ‘Allah’ım şüphesiz sen istediğini yaparsın. Dilersen, doğruyu ve sevabı ilham edersin. [89] Konuyla ilgili olmak üzere Velid b. Muğire gibi İslâm’ın en katı düşmanlarından nakledilen benzer sözler ve şiirler de önemlidir. Resulüllah’ın 35 yaşında olduğu yıl, Mekkeliler onarmak maksadıyla Kabe’yi yıkarlarken, Allah’m azabına uğrama korkusunu yaşayan Velid’in sözleri benzerlerinin sadece bir örneğini teşkil etmektedir: ‘Allahım.’ Mani olma. Şüphesiz biz, ancak hayır dileriz. [90]

Müşrik Araplar, Enfal sûresinin 32. ayetin de geçtiği gibi, ‘Allahümme’ (Allah’ım) sözcüğünü dualarında yaygın bir şekilde kullanırlardı. Resulüllah’m babasında olduğu üzere, çocuklarına ‘Abdullah’ (Allah’m kulu) ismini verenler pek çoktu. Önemli yazışma ve anlaşmalarına ‘Allah’ın adıyla’ cümlesiyle başlarlardı. Hatta, Resulüllah’a ve Müslümanlara yönelik boykotlarıyla ilgili metne de Allah’ın ismiyle başlamışlardı. Daha da önemlisi, Enfal sûresinin söz konusu ayetinde geçtiği üzere, Resulüllah’ın peygamberliği ve Kur’an’ın ilâhîliği karşısında Allah’a hitaben şöyle seslenmişlerdi; ‘Allahım! Eğer bu, senin yanından gelmiş gerçekse, başımıza gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azap ver.[91] Onlar bu yakarışlarıyla, Allah’a inandıklarını, fakat inandıkları Allah’ın Muhammed gibi bir öksüz ve yetimi peygamber olarak göndermeyeceğini, Kur’an gibi bir kitabı vahyetmeyeceğini dile getirmişlerdi. Bu inançlarının doğruluğu konusunda en ufak kuşkuları yoktu. Eğer bu inançlarında bir yanlışlık varsa azaba razıydılar. Konuyla ilgili olarak ayrıca Fil olayını hatırlamakta yarar var. Yemen valisi Ebrehe, güçlü ordusu ve filiyle birlikte Kabe’yi yıkmak için Mekke’ye geldiğinde, Ebrehe’nin güçlü ordusunu durduracak imkâna sahip olmayan Mekke’nin saygın lideri Abdülmuttalib, Kabe’nin kapısındaki halkaları tutarak, bütün samimiyetiyle Allah’a şöyle dua etmişti: ‘Ey Allah’ım! Onlara karşı senden başka kimseden yardım istemiyorum. Ey Rabbim! Kendi himayende olan evi, onların zararından koru. Kabe’ye düşman olan, senin de düşmanındır. Bizlere bir ihsanın olan bu evi onlara karşı koru. [92] Ayrıca ve daha da önemlisi, Kabe’yi tavaf ederken söyledikleri telbiye, müşrik Arapların Allah inancını açığa çıkaran önemli bir delildir. Telbiyeleri şöyleydi:

Buyur! Allahım buyur! Buyur! Senin ortağın yoktur! Ancak bir ortağın vardır; o da senin emrindedir. [93]

Esasında, İslâm’ın insanlar arasındaki ilk muhatapları olan müşrik Arapların, Allah inancına sahip olduklarıyla ilgili deliller, sadece İslâm öncesi dönemden kalan şiirler veya Müslümanlar tarafından yazılan tarih kitapları değildir. Kûr’an, konunun tartışılmaz en önemli kaynağıdır. Diğer tarihi bilgilerin aksine, Kur’an konusunda ileri sürülebilecek herhangi bir muhalif görüş de yoktur. Zira Kur’an sadece Resulüllah’a veya o zamanki müminlere değil, aynı zamanda müşrik Araplara da hitap ediyor ve bu hitapları sırasında bizzat müşriklerin sahip oldukları inançlara değiniyordu. ‘Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim (sizin yararınıza çalışmak için) boyun eğdirdi?’ desen: ‘Allah’ derler… Onlara: ‘Kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla diriltti?’ diye sorsan: ‘Allah’ derler [94] ‘De ki: ‘Biliyorsanız (söyleyin) dünya ve içinde bulunanlar kimindir?’ Allah’ındır’ diyecekler.[95] gibi çok sayıda ayet, Allah inancına sahip olduklarını müşriklerin bizzat yüzlerine karşı ifade etmiş ve sahip oldukları inancın temelini oluşturan Allah inancını açığa vurmaları gerektiği konusunda uyarmıştı. Bu ve benzeri ayetlere karşılık müşriklerden hiç kimse, kendilerinin Kur’an’da geçen anlamıyla Allah inancına sahip olmadıklarını, Kur’an’ın yanlış veya yalan söylediğini iddia edememişlerdir. Üstelik Kur’an’ı yalancı çıkarmak gibi bir fırsatı yakalamayı sürekli bekleyip, gözettikleri halde. Dolayısıyla Kur’an’ın konumuz dahilindeki bildirdikleri, reddi imkânsız tarihî değere de sahip olmuştur.[96]

Tüm bu delillerden açıkça anlaşıldığı üzere, Mekke ve çevresinde yaşayan insanların ekseriyeti ilâhî bir iradenin varlığına inanıyorlardı. O’nu ‘Allah’ olarak isimlendiriyorlardı. Dolayısıyla, bütün bunlardan hareketle, Resulüllah’ın kendisine vahyolunan ayetler dahilinde olmak üzere risâletin ilk gününden itibaren, Allah’a ve O’nun birçok sıfatına inanan insanlara karşı Allah’ı yüceltmekle işe başladığı anlaşılmaktadır. Neden? Risâlet sürecinin doğru anlaşılması açısından asıl bilinmesi ve dikkate alınması gereken konu budur.

Başta Mekke müşrikleri olmak üzere islâm davetinin muhalifi olan Arap müşrikleri, Allah’a inanıyorlardı ama, özellikle Rabb sıfatıyla ilgili olmak üzere bazı yanlışlıklara sahiptiler. Telbiyelerinden de anlaşıldığı üzere, bu sıfatın bazı gereklerini Allah’tan başkalarına ait kılmışlar ve bunu yaparken Allah’ın rabblık sıfatını bazı açılardan daraltıp küçültmüşlerdi. Zanlarmca, her şeyi yaratan ve evreni kontrol eden yüce Allah, bazı işlerini bazı yaratıklarına devretmişti. Özellikle de insanın yaşadığı ortamı ve bu ortamda şekillenen hayatın ilkelerini belirleme işlerini, yüce Allah’ın sanma uygun olmayan basit işler olarak kabul ediyorlardı. Bu tür işlerle ilgilenmenin Allah’ın şanını aşağılamak olacağını düşünüyorlardı. Bu nedenle de, Allah’ın, bu tür işleri bazı aracılara, şefaatçilere, yardımcılara devrettiğini düşünüyorlardı. Bunlar cinler, cinleri sembolize eden nesneler ve varlıklar, putlar ve cinlerle irtibat kurduğuna inanılan kâhinlerdi.

İlk Talimatlar​

Müddesir sûresi ile bildirildiği üzere, Resulüllah’ın ilâhî görevi dahilinde ilk yapması gereken şey ‘Rabb’i yüceltmek” ten ibaretti. Fakat bu ‘Rabb olan Allah yücedir’ veya ‘Allah yücedir’ biçiminde meydanlarda bağırmakla yapılacak bir iş değildi. Belki zamanla o da gerekecekti, ancak ‘Rabb’i yüceltme’ işi öncelikle ve asıl muhtevasıyla Rabb sıfatını,[97] her türlü eksiklikten, ortaktan ayıklayıp, sadece ve sadece Allah ait kılmak biçiminde olmalıydı. Resulüllah, Allah’ın yegâne Rabb olduğunu, insanlar üzerinde O’na rağmen hiç kimsenin sözü dinlenen, kendisine itaat edilen, iradesine boyun eğilen olmadığını ve olamayacağını anlatmalıydı. Rabb’la ilgili mevcut yanlışlıkları tashih etmeliydi. Zaten, Alâk sûresinin ilk ayetleriyle mevcut yanlışlardan bazılarını tashih etmeyi sağlayacak bilgilerden bir kısmı verilmişti. Bazı doğru inançlarla perdelenen yanlış inanç ve kabullerin yerinde bulunması gereken doğrular açıklanmıştı. İnsanların dikkatleri, bu ilâhî yöntemle, hem doğruların gerçek yönlerine ve bütünlüğüne, hem de akledilmediği için fark ettirilmeyen yanlışlıklara çekilmişti. ‘Oku! Yaratan Rabb’in adıyla [98] ayeti bunlardan birisi ve ilkiydi. Ayet kısa ama çok önemli bilgi ve mesajlar içeriyordu. Bu ayet ‘Yaratanın adıyla’ veya ‘Allah’ın adıyla? biçiminde değildi; eğer böyle olsaydı mesaj çok değişirdi. Bu iki ifadeyle de müşriklerin yanlış inançlarına müdahale söz konusu olmazdı. Çünkü, müşrikler Yaratanca ve yaratan olarak ‘Allah’a inanıyorlardı. Yine aynı ayet ‘Rabb’ın adıyla’ biçiminde olsaydı, bu da müşrik inancındaki yanlışlığı, en azından ilk planda anlaşılan muhtevasıyla tashih etmeyecekti. Çünkü müşrikler arasında yaygın kullanılan ve anlaşılan biçimiyle rabb olanlar Allah’tan başka şeyler veya kişiler olduğuna göre, eğer ayet ıRabb’ın adıyla’ biçiminde olsaydı, müşrikler bununla kendi inançlarının tasdik edilmiş olduğunu düşüneceklerdi. Rabb olarak kabul ettikleri şeyler ve kişiler adına hareket edilmesi gerektiğini anlayacaklardı. Ancak ayet daha farklı biçimdeydi. Ayette, “Yaratan Rabb’in adıyla’ deniliyordu. Bu mevcut inancı toptan değiştiren bir ifadeydi. Müşriklere göre, yaratan irade rabb değildi, rabb olanlar da yaratan değillerdi. Zira, inandıkları rabblerin yaratma özelliği yoktu. O halde bu ayetin kendilerini, kendi İnsan rablerini ifade etmediği açıktı. Ayette ‘Yaratma’ sıfatı ‘Rabb’e değil, ‘Rabb’ sıfatı tamamıyla ‘Yaratan ait kılmıyordu; bir diğer söyleyişle kendilerinin de inandıkları Allah’a. ‘Rabb’ vasfı tamamıyla ‘Yaratan’a ait kılındığı zaman da müşriklerin inandıkları yanlış rabb anlayışları tamamıyla reddediliyor; ‘yaratan’dan başkasına rabb sıfatından herhangi bir pay verilmemiş oluyordu. Bu da demekti ki; Allah, her şeyin Rabb’dir. Hiçbir şey O’nun egemenliğinin dışında değildir. Takip eden ayetler ise, Allah’ın rabb oluşunun insanla ilgili kısmına değinmesi açısından daha da önemliydi: ‘O, insanı alâktan yarattı. Oku Rabb’in büyük kerem sahibidir.[99]

Müşrik inancına göre Allah’ın insanlarla olan ilgisi, sadece ve sadece hayatın başındaki (doğum) ve sonundaki (ölüm) müdahaleden ibaretti. Allah’ın, insanı yarattıktan sonra artık onun işlerine karışmadığına inanıyorlardı. Bu açıdan fiilen ‘Allahsız’ yaşıyorlardı. Ancak çok hayatî problemlerle karşılaştıklarında Allah’ı hatırlıyor; diğer zamanlar işlerini istedikleri gibi yürütüyorlardı. İhtiyaç hissederlerse fal okları aracılığıyla putlarına veya kâhinlerine başvuruyorlardı, inandıkları Allah, çocuklarının hiçbir işine karışmayan sorumsuz bir baba gibiydi. Alâk’m ilk ayetleriyle mevcut yanlışlıklar tashih edilirken, müşriklerin kabul ettikleri bir doğru öncelikle ifade olundu. Söz konusu doğru; insanı yaratanın Allah olduğu gerçeğiydi. Bu gerçeğe bağlı olarak da müşriklerin bir yanlışı daha tashih edildi; ‘Allah’ın keremi sonsuzdur.’ Yani, insanı yaratması nasıl O’nun keremi ise, daha başka şeylerde de O kerem sahibidir. Ayette, O’nun, her şeyi keremiyle kuşatmış olduğu bildiriliyordu. Kereminin bir sınırı veya kereminin dışında kalan bir alan ve konu olmadığı açıklanıyordu. Dolayısıyla, Allah’ın kereminin insanların yaşantı tarzlarını, bireysel ve toplumsal hayatlarını da kapsadığı açıklanıyordu. Buna göre, insanın da her şeyi ile Allah’ın keremine dahil olduğu ifade edilmiş oldu. Bir sonraki ayet ise bunu açıkça ifade etti: ‘O, kalemle öğretti, insana bilmediğini öğretti.[100] Bu ayetlerle şirkin en Önemli dayanağı ve önemli bir müşrik bakış açısı daha iptal edildi. Müşrik kanaate göre; yüceliği sonsuz olan Allah, insan gibi bayağı, aşağı bir varlıkla/yaratıkla ilgilenmezdi; aksini iddia etmek Allah’ın şanını düşürmekti. Halbuki bu ayetlerde, insanî bir eylem olan ‘halemle yazmak’ ve ‘öğrenmek’ durumlarının müsebbibi olarak Allah zikrediliyordu. Tamamıyla insanla ilgili olduğu düşünülen ‘yazmak’ ve ‘öğrenmek” işinin de Allah’ın güç ve kontrolü dahilinde olduğu açıklanıyordu. Zannedildiği gibi, Allah’ın sadece doğuma ve ölüme müdahale edip, hayatı süresince insanı serbest bırakmadığı; Allah’ın insanla olan irtibatını hiçbir zaman kesmediği bildiriliyordu. Risâlet sürecinin ilk günlerinde vahyolunan Kalem sûresinin ilk ayetinde ise [101] kaleme yemin edilmiş olması, insanla ilgili bir şeyin Allah katında aşağı sayılmadığını, insanlar ilgili her şeyin Allah’ın ilgi ve takdiri dahilinde olduğunu ifade etmesi nedeniyle önemliydi.

O, kalem ile öğretendir, insana bilmediğini O öğretti [102] ayetleri ‘Yaratan Rabb’inin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabb’in nihayetsiz Kerem sahibidir [103] ayetleriyle birlikte düşünülünce önemli bir anlam açığa çıkıyordu. Buna göre, Allah büyük kerem sahibidir, ancak insanî alanlarla ilgilenmek onun yüceliğine bir leke değil, aksine kereminin yüceliğine bir işaret ve gerekliliktir. Dolayısıyla Allah’ın güç ve kudreti, ilk ayette geçtiği biçimiyle Rabb’liği, insanî alanları da kapsamaktadır. Hiçbir şey, O’nun Rabb’liğinin dışında yer almamaktadır.

Resulüllah, mevcut şartlardan ve Hıra mağarasında vahyolunan ayetlerin bildirdiklerinden hareketle Müddessir ile verilen ‘uyarmak’, ‘Rabb’i yüceltmek’ emirlerinin gereklerini her türlü şüphenin ötesinde olanca açıklığıyla anlamakta zorlanmadı. Yine aynı şekilde, Mekke’nin müşrik eşrafı da bu ayetleri anlamakta zorlanmadılar. Bu ayetlerle mevcut inançlarının temelden reddedildiğini, yanhşlandığını gördüler. Resulüllah vahyolunan ayetlerden hareketle hakikati ilan etmeye başladı. Ancak şurası son derece önemliydi ki, sadece doğruyu söylemek yeterli değildi. Hemen herkes bilir ki, doğruyu doğru kişinin söylemesi, en az söylenenin doğru olması kadar önemlidir. Bir yalancının doğruluk söylevi, bir ahlâksızın ahlâk çağrısı, bir bencilin fedakârlık isteği muhataplarının kafalarında ve gönüllerinde hiçbir şekilde olumlu karşılık bulmaz. Bireysel ve toplumsal tecrübeler göstermektedir ki, bir sözün, bir düşüncenin, bir bilginin insanlar tarafından kabul edilebilmesi için o söz, düşünce veya bilginin doğru olması veya doğruluğunun açıkça ispatlanması yeterli olmamaktadır. Eğer doğru olma durumu bir söz veya bilginin kabul edilmesi için yeterli olsaydı, yeryüzünde hemen hiçbir kötülük görülmezdi; cinayetler işlenmez, hırsızlıklar gerçekleşmez, zulüm, işkence, baskı, aldatma… yeryüzünden ebediyen silinirdi. Çünkü, bütün bunların yanlış olduğunu hemen herkes bilmektedir. Bir söz veya bilginin kabulünde doğruluğunun yanı sıra onu söyleyen veya bildirenin kimliği ve özellikleri de Önem kazanmaktadır. İnsanlar güvendikleri, sevdikleri insanların söz ve bilgilerine itimat ederler; güvenmedikleri, sevmedikleri kimselerin değil; üstelik doğru söylüyor ve doğru bilgi veriyor olsalar bile. Dolayısıyla, insanları yanlışları nedeniyle ‘uyarmak1 ve ‘Rabb’i yüceltmek’ görevinin başarıya ulaşması, bu işi yapacak kişinin bu göreve kişiliğiyle, ahlakıyla uygun olmasını gerektiriyordu. Söylenenlerin etkili olması, kabul görmesi için, gerçeğin elçisinin de saygın ve sözlerine itimat edilir bir konumda olması gerekiyordu. Resulüllah peygamber olmadan önce de güvenilir, dürüst, edepli birisi idi; ama bu olumlu özellikleri şimdi daha da büyük önem ifade ediyor ve bu nedenle her türlü noksanlıktan, lekeden tamamıyla uzak olması gerekiyordu. Bu nedenle ilâhî görevin ilk talimatlarının verildiği ilk ayetlerden bir kısmı hakikat da-vetçisinin özelliklerine ayrıldı. Böylelikle, Resulün eğitilmesi ve insanlığın zirvesi kılınması süreci de başlatılmış oldu. Müddessir süresinin ilgili ayetlerinden ilki şöyleydi:

Elbiseni temiz tut. [104] ‘Elbiseyi temiz tutmak’, Resulüllah’ın veya herhangi bir Arap’ın anlamını kolaylıkla anladığı bir sözdü. Bu söz, Araplar arasında sıklıkla kullanılan ve Türkçe’de ki ‘Alnı açık olmakla, ‘Yüzü ak olmakla aynı anlama gelebilecek bir deyimdi. Araplar, yalan söyleyen veya sözünde durmayan kimse için ‘elbisesini kirletti’ derlerdi. Yine aynı şekilde olmak üzere, iffetli kimseler için de ‘eteği/elbisesi temiz’ derlerdi. İlgili ayetle, Resulüllah’a, her türlü ahlâksızlıktan, fuhuştan, yalandan, kötü sözlerden, yüz kızartıcı diğer her türlü davranışlardan uzak durması emredildi. Yalancı, sahtekâr, hilekâr, hain olmaktan kaçınması; kişiliğini bu tür olumsuz sıfatlarla kirletmemesi gerektiği bildirildi. Takip eden ayet ise “elbiseyi temiz tutma’ emrinin önemli bir gereği açıklandı ve gereğinin yerine getirilmesi istendi:

Pis şeylerden uzak dur. [105]

Resulüllah’a pis şeylerden uzak durması emredilirken, bir önceki ayetin konusu olan ve en genel manâda ‘ahlaki temizlik olarak tanımlanabilecek özellikleri de kapsayan daha genel bir emir verilmiş oluyordu. Resulüllah kabalık, sefihlik, ahlâksızlık, terbiyesizlik gibi her türlü ahlâkî pislikten uzak durmanın yanı sıra, şirkin nesnesi olan putlardan ve taraftarlarının her türlü yanlış ve iğrenç hâl ve hareketlerinden de uzak durmalıydı. Bir başka ifadeyle, sonu azap olan ahlâk, düşünce, inanç, yaşantı pisliklerine hiçbir şekilde bulaşmamalıydı. Her haliyle temiz ve pak olmalıydı. Çünkü ayette geçen ‘rics1 teriminin sözlük anlamı ‘pis şef olmasına karşılık, kavramsal çerçevesinde maddî-manevî her türlü pislik, put, şirk, küfür yer almaktadır. Ayrıca daha sonra vahyolunan ayetlerin birisinde [106] ‘puf ile ‘pis oluş’ birlikte ifade edilerek ikisi arasındaki ilişkiye özellikle dikkat çekilmiş, bir diğer ayette de [107] müşriklerin pis olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca akılsız ve imansızlığın, sahibini ‘pis1 yapan şeyler olduğu açıklanmıştır.[108] Allah, böyle kimselerin kalpleri zamanla tamamen kirlendiği ve hakikati anlayamaz hale gelecekleri için pislik üstüne pisliğe gireceklerini bildirmiştir.[109] Diğer bazı ayetlerde ise ‘pis’ kimselerden uzak durulması emredilmiştir:

‘Ey Peygamber! Allah’tan kork ve kafirlere, münafıklara uyma [110] ‘Musa, kardeşi Harun’a dedi ki: ‘Benden sonra kavmim içinde benim yerime geç. Onları ıslah et ve sakın fesatçıların yoluna uyma.[111] Ve zamanla vahyolunan ayetlerle daha iyi anlaşıldı ki, Allah, insanları her türlü ‘pislikten’ temizleyip, ‘tertemiz’ (mutahlıar) kılmak için Resulünü göndermiştir, Kur’an’ı indirmiştir, islâm’ı bildirmiştir.[112]

Müddessir sûresinin bu iki ayetiyle Resulüllah’a hâl ve hareketleriyle, duygu ve düşünceleriyle, inanç ve yaşantısıyla nasıl olmaması bildirildiği gibi, ilâhî görevi dahilinde dikkat etmesi gereken bir konuya da dikkat çekilmiş oldu. Kötü, yanlış, pis özelliklerin, herhangi bir insana yakışmadığı gibi, Allah’ın elçisine hiçbir surette yakışmayacağı ifade edildi. Öyleyse Resulüllah bu konularda herkesten daha çok dikkatli olmak zorundaydı. Ayrıca, Resulüllah eğer inanç ve ahlâkta olumsuz, yanlış ve kötü özelliklere sahip olursa ‘Rabb’i yüceltmek’ gibi asli görevini yerine getirmesi mümkün olmayacaktı. Mümkün görünse bile, açıktı ki yapılan işlerin, gösterilen çabaların bir anlamı ve değeri olmayacaktı.

Risâletin ilk aşamasında Resulüllah’ın kişiliği ve ahlâkı ile ilgili olmak üzere verilen emir sadece söz konusu iki ayetle sınırlı kalmadı. Bir başka ayetle, Resulüllah’a görevi dahilinde özel bir emir daha verildi:

Yaptığın iyilikleri çok bularak başa kakma! [113] Peygamberlik her açıdan fedakârlıkta bulunmayı gerektiren yüce ve ağır bir görevdir. Ayetle emredildi ki, risâletin gerektirdiği fedakârlıklar hiçbir surette insanlara karşı tepeden bakma, yapılanlardan dolayı insanları mihnet altında bırakma gibi davranışlara neden olmamalıdır. Hak davanın önderi sıfatıyla Resulüllah veya takipçileri bu yüce ve ağır görevi insanların takdirlerini kazanmak, insanlar tarafından övülmek, beğenilmek, sevilmek, mal, makam elde etmek için değil; sadece ve sadece Allah için yapmalıdırlar. O halde fedakârlıklara karşılık, insanlardan menfaat niteliğinde, bir şeyler beklememelidirler. Yapacakları şeyler nedeniyle kendini beğenme, gururlanma, iyilikleri başa kakma gibi yanlışlıklara sapmamalıdırlar. Zira bunlardan hiçbiri, hiçbir şekilde hak davanın mensubuna yakışmaz. Bu olumsuzluklara sahip olmak hak dava ile bir arada bulunmaz. Davayı yüceltecek olan şey, insanlardan karşılık beklemeden yapılacak fedakârlıklardır. Eğer bazı fedakârlıklarda bulunuluyor ve bu fedakârlıklara karşılık insanlardan bazı menfaatler umuluyorsa, bu tutum davayı yere batırır.

Müddessir sûresinin ilk ayetlerinde verilen diğer emirler bir yana, ilk iki emirle, yani insanları ‘uyarmak’ ve ‘Rabb’i yüceltmek’ ile, Resulüllah’a, yanlış inançlara sahip insanlara mutlak hakikatleri bildirme sorumluluğu yüklendiği gibi; takip eden ayetlerde davranış tarzına, tutum ve tavırlara ilişkin verilen emirlerle de nasıl olunması gerektiğinin yanı sıra, nasıl olunmaması ve insanlara hangi ahlâki ilkeleri aktarmak gerektiğinin talimatı da verilmiş oldu. Bu, Resulüllah’ın, kötülükler ve ahlâksızlıklar üzerinde şekillenen hayat tarzlarına ve mensuplarına karşı bir tavır alması gerektiği anlamına geliyordu. Putperest bir toplumda, her türlü ahlâksızlığın, kötülüğün, yanlışın bir hayat biçimi haline geldiği insanlar arasında, bu talimatın gereğini yapmak ise elbette ki bazı problemlere neden olacaktı. Her hâl ve durumlarını iyi ve doğru zanneden insanların, neredeyse her şeyleriyle yanlış içerisinde oldukları uyarısıyla karşı karşıya kalmaları, elbette ki kaçınılmaz bir biçimde bazı husûmetlerin oluşmasına neden olacaktı. Bu durumda insanlar arasında yalnız olan Resulüllah ne yapacaktı? Tepkilere nasıl cevap verecekti? Bu benzeri soruların cevabı verilen talimatları takiben ayetle açıklığa kavuşturuldu:

Rabb’in için sabret. [114]

Yani yanlışlıklar içerisinde olduklarını kabul edemedikleri için tepki gösteren restlere kötülere, yanlış gidişatı hayat tarzı edinmişlere, zalimlere, zorbalara, yanlış baştan çıkarıcı istek ve arzulan nedeniyle nefsine karşı diren; hak dava gerileten veya saptıran geri adım(lar) atma, zorluklara teslim olma, dosdoğru olan yolunda ilerlemekte bıkkınlık gösterme, her türlü olumsuz söz ve davranışa karşı dirençli ol; tam bir kararlılık içerisinde, vahiyle bildirilen yol üzere, verilen ilâhî talimatların gereğini aynen yerine getir ve tüm bunları yaparken sadece Allah’a güven.

[80] Müddesir sûresi, 74:1-7
[81] îbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 111/24
[82] Îbn îshak, Siyer 261; Îbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 111/35
[83] Îbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 111/22
[84] Buharı Fedaüü’l Kur’an 1, Teheccüd 4, Tefsir 93/1; Müslim, Salât 82, 84, 91, Cihad 115; Ebû Davud, Salât 68; Neseî, Sehv 11; îbn Mâce İkâmet 144; Ahmed, Müsned 111/344, ıv/312-
[85] Ibn İshak, Siyer, 263; Îbn Kesir, Tefsiru Ibn Kesir, IV/523; Kurtubî, cl-Camı u h Ahkamı I Kur’an, X/347; Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, X/336
[86] Müddessir, 74:2
[87] Müddessir, 74:3
[88] Izutsu, Kur’an’da Allah ve insan, 96.
[89] Ibn İshak, Siyer, 86-90.
[90] ibn İshak, Siyer, 158; îbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/207.
[91] Enfal, 8:32
[92] ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/52; Zemahşeri, el-Keşşâj, İV/285, 286; İbnû’l Esir, el- Kâmü fi’t-Târih, 1/444.
[93] Müslim, Hacc 22; el-Kadî, Esbâb-ı Nüzul, 298; El-Kalbî, Kitab el-Asnâm, 27; îbn İshak, Siyer, 175, 149; Ibn Teymiye, Külliyat, 1/230; Fahreddin Razi, Tejsîr-i Kebîr, XIII/362.
[94] Ankebut, 29:61,63
[95] Mü’minun, 23:84,85
[96] Kur’an da, özellikle Mekke müşrikleri başta olmak üzere Arapların Allah’a olan inançlarıyla ve inandıkları Allah’ın sıfatlarıyla ilgili bilgiler veren çok sayıdaki ayetten bazıları şunlardır: Başta Mekke müşrikleri olmak üzere Arap müşrikleri, gökleri ve yeri yaratanın, güneşi ve ayı kontrol edenin Allah olduğuna inanıyorlardı: ‘Andolsun onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, mutlaka ‘Allah’ derler…’ (Lokman, 31:25 ayrıca bkz: Ankebût, 29:61; Zûmer, 39:38; Zuhruf, 43:9) Başta Mekke müşrikleri olmak üzere İslâm davetinin muhalifi olan Arap müşrikleri, yağmuru yağdıranın ve bitkileri yetiştirenin Allah olduğunu biliyorlardı: ‘Onlara: ‘Kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla diriltti?’ diye sorsan: ‘Allah’ derler..’ (Ankebût, 29:63) Başta Mekke müşrikleri olmak üzere islâm davetinin muhalifi olan Arap müşrikleri, Allah’ın en yüce ve her şeyi bilen olduğuna inanıyorlardı: ‘Andolsun onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan elbette diyecekler ki: ‘Onları, çok üstün, çok bilen (Allah) yarattı.’1 (Zuhruf, 43:9 Ayrıca bkz: Alâk, 96:14) Başta Mekke müşrikleri olmak üzere islâm davetinin muhalifi olan Arap müşrikleri, dünya ve içindekilerin sahibinin Allah olduğuna inanıyorlardı: ‘De ki: ‘Biliyorsanız (söyleyin) dünya ve içindekiler kimin?’ ‘Allah’ındır’ diyecekler…’ (Mü’minun, 23:84,85) Başta Mekke müşrikleri olmak üzere İslâm davetinin muhalifi olan Arap müşrikleri, göklerin ve arşın rabbinin Allah olduğuna inanıyorlardı: ‘Yedi göğün Rabb’i ve büyük arşın Rabb’i kimdir?’ de. ‘(Bunlar) Allah’ındır diyecekler…’ (Mü’minun, 23:86,87) Başta Mekke müşrikleri olmak üzere İslam davetinin muhalifi olan Arap müşrikleri, bütün mahlûkları yönetip kontrol edenin Allah olduğuna inanıyorlardı: ‘Biliyorsam s (söyleyin) her şeyin melekütu (mülkü ve yönetimi) elinde olan, koruyup kollayan fakat kendisi korunup kollan(maya muhtaç o!)mayan kimdir?’ de. ‘(Her şeyin yönetimi) Allah’a aittir’ diyecekler..: (Mü’minun, 23:88,89) Başta Mekke müşrikleri olmak üzere îslâm davetinin muhalifi olan Arap müşrikleri, bizzat kendilerini (insanı) yaratanın Allah olduğuna inanıyorlardı: ‘Andolsun ki onlara ‘Kendilerini kim yarattı?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’ derler..: (Zuhruf, 43:87) Başta Mekke müşrikleri olmak üzere İslâm davetinin muhalifi olan Arap müşrikleri, çok önemli durumlarda bir şey için yemin edecek olurlarsa yeminlerini Allah adına yapıyorlardı: ‘Yeminlerinin bütün gücüyle Allah’a yemin ettiler: ‘Andolsun kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklar’ diye. Fakat kendilerine uyarıcı gelince bunun, onlara Hak’tan uzaklaşmaktan başka bir katkısı olmadı.’ (Fatır, 35:42) Başta Mekke müşrikleri olmak üzere îslâm davetinin muhalifi olan Arap müşriklerinin dualarıyla Allah’a yöneldikleri zamanlar eksik değildi: ‘Ve ‘Allah’ım, eğer bu senin yanından gelmiş gerçekse, başımıza gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azap ver!’ demişlerdi.’ (Enfal, 8:32; ayrıca bkz: Nahl, 16:53,54; Isra, 17:67; Ankebût, 29:65; Rum, 30:33; Zümer, 39:8) Başta Mekke müşrikleri olmak üzere islâm davetinin muhalifi olan Arap müşrikleri, elde ettikleri ürünlerinden Allah için pay ayırıyorlardı: ‘Allah’ın yarattığı ekin(ler)den ve hayvanlardan Allah’a pay ayırdılar..: (En’am, 6:136) Başta Mekke müşrikleri olmak üzere İslâm davetinin muhalifi olan Arap müşrikleri, Allah’ın iradesini değiştirecek güce sahip olmadıklarını ve O’nun iradesine tabî olduklarına inanıyorlardı: ‘(Allah’a) ortak koşanlar diyecekler ki: ‘Allah İsteseydi ne biz ne de babalarımız ortak koşmazdık, bir şeyi de haram yapmazdık..’ (En’am, 6:148 ayrıca bkz: A’raf, 7:28; Nahl, 16:35; Saffat, 37:167-169) Başta Mekke müşrikleri olmak üzere islâm davetinin muhalifi olan Arap müşrikleri, çok zor durumda kaldıkları zaman sadece Allah’a yöneliyor ve sadece O’ndan yardım diliyorlardı; ‘(Denizde) onları, gölgeler gibi dalga(lar) sardığı zaman, dini yalnız kendisine has kılarak Allah’a yalvarırlar..: (Lokman, 31:32 ayrıca bkz: Ankebût, 29:65; Yunus, 10:12). Çünkü böyle zamanlarda kendilerine Allah’tan başka yardım edecek hiç kimse olmadığını biliyorlardı: ‘Denizde bir sıkıntı (boğulma korkusu) dokunduğu zaman O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur…’ (Isra, 17:67)
[97] Kur’an’ın vahyolduğu zamanın Arap toplumunda rabb, ‘itaat olunan efendi’, ‘herhangi bir durumu düzelten kimse’, ‘terbiye eden kişi’, ‘bir şeyin sahibi olan kimse’, ‘yöneten’, ‘kemale erdiren’, ’emretme ve yasaklama iradesine sahip olan1 anlamlarına gelen bir isimdi.
[98] Alâk, 96:1
[99] Alâk, 96:2,3
[100] Alâk, 96:4,5
[101] 68:1
[102] Alâk, 96:4,5
[103] Alâk, 96:l~4
[104] Müddessir, 74:4
[105] Müddesir, 74:5
[106] Hacc, 22:30
[107] Tevbe, 9:95
[108] Yunus, 10:100
[109] Tevbe, 9:125
[110] Ahzâp, 33:1
[111] A’raf, 7:142
[112] Konu dahilindeki bazı ayetler şöyledir: ‘O kimse ki, Allah yolunda malım harcayarak, temizlenir.’ (Leyi,92:18) ‘Sen ancak görmeden Rablerinden korkanları ve namazı kılanları uyarabilirsin. Kim temizlenirse o, kendi menfaatine .temizlenmiş olur. Dönüş Allah’adır.’ (Fatır, 35:18) ‘Doğrusu feraha ermiştir temizlenen; Rabbinin adım anıp O’na kulluk eden.’ (Ala, 87:14,15) ‘Ummîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.’ (Cama, 62:2) ‘Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır. Bu sonuncular, (iftiracıların) söylediklerinden çok uzaktırlar. Kendileri için bağışlanma ve güzel bir nzık vardır.’ (Nur, 24:26) Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük cennete sevk edilir, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: ‘Selâm size! Tertemiz geldiniz- Artık ebedî kalmak üzere girin buraya’ derler.’ (Zümer, 39:73)
[113] Müddesir, 74:6
[114] Müddesir,74:7
 
Bunlar da ilginizi çekebilir...
Alper Gezeravcı - İlk Türk Uzay Yolcusu
  • Ugur
  • Ugur,
  • Biyografiler
  • 0    161
Türkiye'de İlk Kez "Albino Çakal" Görüntülendi
  • Ugur
  • Ugur,
  • Hayvanlar Alemi
  • 0    145
Tesla Türkiye’de İlk Showroom Mağazasını Açtı
  • Ugur
  • Ugur,
  • Motorlu Araçlar
  • 0    189
13 Yaşındaki Genç Tetris'i Yenen İlk Kişi Oldu
  • Ugur
  • Ugur,
  • İlginçler
  • 0    198
Geri