Üst
Osmanlı İmparatorluğu-Devleti Kurumları (A'dan Z'ye)

Osmanlı İmparatorluğu-Devleti Kurumları (A'dan Z'ye)

Osmanlı İmparatorluğu-Devleti Kurumları​


osmanli.webp
osmanli.webp

Acemi Ocağı
Ahilik
Akıncılar
Anadolu Eyaleti
Asakir-i Mansure-i Muhammediye
Asesler
Aşiret Mektebi
Ayan Meclisi (Heyet-i Ayan)
Azaplar
Babıali (Bâbıâlî)

Bahriye Nezâreti
Baltacılar

Bank-ı Dersaadet
Baruthane
Beylerbeyi
Bostancı Ocağı
Cebeci Ocağı
Cerrahhane-i Amire
Cuma Divanı
Çarşamba Dîvânı
Darphane-i Amire
Darülaceze
Darülbedayi
Darüleytam
Darülfünun
Darülhadis
Dârülmuallimât
Darülmuallimin
Darüssaade Ağası
Dârüşşafaka
Defterdar
Derbend (Derbent) Teşkilatı
Divan
Divan-ı Hümayun
Donanma-yı Hümâyûn
Düyun-u Umumiye
Emniyet Teşkilatı

Encümen-i Daniş
Enderun
Eyalet
Fener Rum Patrikhanesi

Feshane
Garb (Garp) Ocakları
Gelibolu Acemi Ocağı
Hamidiye Alayları
Harem

Hariciye Nezareti
Hasoda
Hazine-i Evrak
Hazine-i Hassa
Hekimbaşı
Hilal-i Ahmer
Humbaracı Ocağı
İdadi
İhtisab (İhtisap)
İmaret (İmarethane)
Islahhane
Islahiye Teşkilatı
İttihat ve Terakki Cemiyeti
Kadı
Kapıkulu Ocakları
Kapıkulu Süvarileri
Kaptan-ı Derya
Kaptanpaşa Eyaleti
Kara Kuvvetleri
Kazasker (Kadıasker)
Kervansaray
Kubbealtı
Lağımcı Ocağı
Lonca
Mabeyn (Mâbeyn-i Hümâyûn)
Maliye Nezareti
Matbah-ı Âmire
Meclis-i Mebusan

Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliyye
Meclis-i Vükela
Mehteran (Mehter)
Mekteb-i Harbiye-i Şahane

Mekteb-i Mülkiye
Mekteb-i Osmani
Mızıka-yı Hümayun
Miskinhane
Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn
Mülkiye
Medrese
Nakibüleşraf (Nakîbüleşrâf, Nakîbü'l-Eşrâf)
Nişancı
Osmanlılar'da Basın
Redif Teşkilatı (Redîf-i Asâkir-i Mansûre)
Reisülküttap
Rumeli Eyaleti
Sadaret Kaymakamı
Sadaret Kethüdası
Sadrazam (Vezir-i azam)
Şehremini
Sekbanlar
Şeyhülislam
Solaklar
Subaşı
Şirket-i Hayriye

Tersâne-i Âmire
Tıbhane-i Amire
Timarlı Sipahi
Top Arabacıları Ocağı
Topçu Ocağı
Topkapı Sarayı
Tulumbacılar
Türk Ocakları
Vakıf
Vezir
Voynuk Teşkilatı
Yıldız Mahkemesi
Yeniçeri Ocağı
Zaptiye

--- Osmanlı İmparatorluğu



Acemi Ocağı​

İçoğlan Çavuşları, Acemi Ocağı Subayları, Zülüflü Baltacı, İç Saray Hizmetlisi, Eski Saray Baltacısı, Eski Saray Hizmetkarı
İçoğlan Çavuşları, Acemi Ocağı Subayları, Zülüflü Baltacı, İç Saray Hizmetlisi, Eski Saray Baltacısı, Eski Saray Hizmetkarı
Acemi Ocağı diğer bir ismiyle Acemi Oğlanlar Ocağı. Kapıkulu ocaklarına ve özellikle Yeniçeri Ocağı'na asker yetiştirmek için kurulan teşkilat.Birinci Murat döneminde Gelibolu'da kurulan ilk Acemi Ocağı'ndan sonra, İstanbul'un Fethi'nin ardından İstanbul'da Şehzadebaşı'nda da bir Acemi Ocağı kuruldu ve adayların gençleri oda hizmetlerinde, yetişkinleri ise yapı işlerinde, tersanede, odun depolarında, kayık ve gemilerde görevlendirilmeye başlandı. Yakışıklı, zeki olanlarıysa Enderun'da ve İbrahimpaşa Sarayı'nda eğitim gördükten sonra devlet hizmetine alınırlardı. Pek çok devlet yüksek görevlisinin (mesela Sokollu Mehmet Paşa) yetiştiği Acemi Ocağı, devşirme usülünün gözetilmemeye başlanarak, kent çocuklarının da acemi oğlanı alınmasıyla yozlaştı ve 1826'da Yeniçeri Ocağı'yla birlikte ortadan kaldırıldı.Rumeli’de arka arkaya elde edilen zaferler sonucu sınırları genişleyen Osmanlı Devleti, daha fazla askere ihtiyaç duyuyordu. Mevcut kuvvetler ihtiyaca yetmiyor ve elde devamlı bir ordu bulunması gerekiyordu. Bu itibarla, esirlerden faydalanmak gayesi ile 1362 senesinde kadıasker (kazasker) Çandarlı Kara Halil ile ulemâdan Karamanlı Molla Rüstem’in gayretleriyle, Sultan Birinci Murad devrinde,Pençik Kanunu gereğince Acemi Ocağı, Gelibolu’da kuruldu. Daha önceleri, savaşta esir alınanlar, kısa bir eğitimden sonra yeniçeri yazılıp savaşa gönderilirdi. Sultan Birinci Murad zamanında, esirler önce Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında süvari askerlerini taşıyan gemilerde beş-on sene acemi oğlanı olarak çalıştıktan ve uzun bir eğitimden geçtikten sonra Yeniçeri ocağına kaydedilmeye başlandı.

Acemi teşkilatına, acemi oğlanı iki şekilde alınırdı. Biri, harpte esir edilen esirlerin beşte birinden, diğeri ise Osmanlı sınırları içinde yaşayan Hıristiyan çocuklarından ki, buna “devşirme” denirdi. Devşirme kanunu ile Hıristiyan tebaa evladından asker toplanarak, gayrimüslim olan Rumeli halkı, yavaş yavaş Müslüman olacak ve bu askerlerle de Türk ordusu biraz daha kuvvetlenecekti. Kuruluşunda Gelibolu’da bulunan acemi ocağının merkezi, fetihten sonra İstanbul’a taşınmıştır. Gelibolu ocağının başında, Gelibolu ağası vardı. Gelibolu Acemi Ocağı'nın mevcudu, önceleri dört yüz idi; daha sonra beş yüz olmuştur.

İstanbul Acemi Ocağı'nın mevcudu ise, önceleri üç bin kadardı, on altıncı asırda bu sayı, dört bine çıktı. Yeniçeri mevcudu arttıkça, acemilerin miktarı da artıyordu. On altıncı asır sonlarında, Bostancılarla birlikte sekiz-dokuz bine çıkan acemilerin, 17. asır başlarındaki adedi, 9406 idi.

Acemi Ocağı, on yedinci asır ortalarından sonra ehemmiyetini kaybetti. Yeniçeri Ocağı,1826 yılında Sultan İkinci Mahmud tarafından kaldırılınca, bu ocak da kapanmış oldu.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

İhtisab (İhtisap)​

ihtisab7a0d4b66b92103ad.webp
ihtisab7a0d4b66b92103ad.webp
Osmanlı devlet teşkilatında köklü değişikliklerin yapıldığı Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında, 1826 yılında, yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra şehir idâresinde bir boşluk doğdu. Bunu gidermek için de daha geniş selâhiyetlerle kontrolü sağlayacak yeni bir idârî sistemin kurulması gerektiğinden, ihtisâb nâzırlığı kurularak, başlangıçta muhtesib, ihtisâb ağası veya ihtisâb emîni ünvânı ile ihtisâb işine bakan kimse de ihtisâb nâzırı ünvânını aldı. Her türlü inzibâtî görevi üstlenen bu teşkilâta, bostancıbaşı, mîmârbaşı, hamam ve hamallar yazıcısı gibi vazîfelilerle, mahallelerin nüfûs kayıt ve yoklamasını yapan mahalle mukayyidleri, bâzan da mahalle imâmları yardımcı görevli kabûl edildi.

1845’te şurta (polis) ve 1846’da zaptiye müşirliği kurulduğundan, ihtisâb nezâretinin bir kısım vazîfe ve selâhiyetleri yeni kurulan bu müesseselere devredildi. Nezâret ise, sâdece narh ve esnaf işine bakar oldu. Nezâretin yetkilerinin sınırlanarak başka müesseselere devredilmesi ve memleketin içinde bulunduğu durum, birçok aksaklıkların meydana gelmesine sebeb olunca, bâzı tedbirler alındı. 1854’te yapılan bir resmî tebliğ ile İstanbul Şehremâneti (Belediye) idâresi kuruldu ve ihtisâb nezâreti lağvedildi.

Muhtesib, devleti temsîlen bu vazîfeye getirildiği için geniş bir tâzir (cezâlandırma) selâhiyetine de sâhipti. Okulları teftiş eder, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklardı. Çarşıların nizâm ve intizâmını sağlamaya, ölçü ve tartıları kontrol etmeye, dinle alay edenleri tâkibe, komşu hakkına tecâvüzü önlemeye, zımmîlere âit binâların Müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye kadar varan yetkilere sâhipti.

Muhtesip, herhangi bir şikâyet beklemeden kendi yetkisini kullanarak bizzat halk içinde dolaşıp gördüğü uygunsuz hâllere ânında müdâhale ederdi. Bir muhtesibin uygunsuz hareket eden bir kimse hakkında işlem yapabilmesi için her şeyden önce, yapılan kötü işten haberdâr olması gerekirdi. “Falanca bu suçu işlemiş olabilir” gibi bir düşünce veya rastgele kimselerin lafları ile bir kimse hakkında işlem yapamazdı. Kendisi veya kendisine yardımcı memurların şâhid olmalarıyla münkerin işlendiğine bizzat kanâat getirmesi veya iki âdil Müslümanın şehâdet etmesi lâzımdı. Bundan sonra muhtesib yapılan işin kötülüğüne göre suçluyu dil veya el ile cezalandırırdı.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

İmaret (imarethane)​

imarethanee23a73c43b5f229c.webp
imarethanee23a73c43b5f229c.webp
Osmanlı Devleti döneminde yoksullara yardım amacıyla oluşturulan hayır kurumları. Başlangıçta imaretlerde; şehir dışından gelenlere, yolculara, yoksul ve düşkünlere yiyecek, sağlık ve giyecek yardımı yapılırdı. Sonraları ise imaretler sadece yemek verilen yerlere dönüşmüşlerdir.

İmaretlerin giderleri, imareti yapanın kurduğu vakfın gelirleriyle karşılanırdı. Beylikler dönemindeki imaretlerin vakıflara bırakılması yöntemi Osmanlı döneminde de devam etmiştir.

Hemen her külliyede bir imaret bulunurdu. Genel olarak dörtgen bir plan üzerine yapılan imaretlerde, ortada üstü açık bir avlu, avlunun çevresinde; mutfak, fırın, yemek odaları ve yöneticilerin odaları yer alırdı. İmaretleri oluşturan birimler, yerel ihtiyaçlara göre azaltılır ve çoğaltılırdı. Örneğin; II. Bayezid'in İstanbul'da yaptırdığı imarette en fazla önem cami ile aşhane birimlerine verilmişti ve hastane yoktu. Fakat Edirne'de 1486 yılında yaptırdığı imarette, yöre halkının isteği üzerine en büyük önem hastaneye verilmiş, cami ve aşhane ikinci planda kalmıştır.

Fatih Sultan Mehmet'in yaptırmış olduğu Fatih İmareti kitabesinde imaretlerin işlevi, "Bir şehirden diğerine gelen misafirlerin üç gün imaretin tabhanesinde yatıp kalkması, imaretin mutfağından yedirilip içirilmesi ve hayvanının imaretin ahırında 'kervansarayında' yatırılıp doyurulması, fakat üç günden fazla misafirlik olmayacağı için ondan sonra serbest bırakılması ..." biçiminde belirtilmiştir.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Islahhane​

Trabzon Islahhanesi açılışı, 1 Eylül 1907
Trabzon Islahhanesi açılışı, 1 Eylül 1907
Osmanlı Devletinde kurulan sanat okullarına verilen ad. İlk olarak Tuna vilâyetinde açılan okula kimsesiz ve yardıma muhtaç çocukların alınması ve bunların hâl ve geleceklerinin düzeltilmesi düşünüldüğünden ıslahevi mânâsına gelen bu tâbirin kullanıldığı zannedilmektedir. Bir de Türkçenin Rumeli şîvesinde ıslâh “iyi, güzel mânâsına geldiğinden, memlekette ilk defâ açılan güzel ve iyi müessesenin halkın hoşuna giden bir isimle adlandırılması uygun görülmüş olduğu düşünülmektedir.

Tuna vilâyetinden sonra Rusçuk, Halep, Selânik ve İstanbul’da da açılan bu okullara, daha sonraları Sanâyi Mektebi adı verildi. 1868’den sonra Bursa, İzmir, Bosna, Trabzon, İşkodra, Kastamonu, Erzurum ve Diyarbekir’de açılan okullarla bu faaliyet genişletildi.

Islahhânelerde öğrencilere ilköğretim seviyesinde dersler okutulduğu gibi, bulunduğu bölgenin ihtiyâçlarına göre terzilik, kunduracılık, mürettiplik, demircilik ve marangozluk gibi sanat eğitimi de veriliyordu. Okulların giderleri halkın yardımları ve ıslahhânelerde yapılan eşyânın satışlarından elde edilen kârla karşılanırdı. Islahhânelerin yerini sonraları sanat mektepleri almıştır.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Islahiye Teşkilatı​

Müşir Derviş İbrahim Paşa (1817-1896)
Müşir Derviş İbrahim Paşa (1817-1896)
Abdülazîz Han devrinde güney ve güneydoğudaki âsileri yola getirmek için kurulan özel askerî birlik. İskenderun’dan Maraş ve Elbistan’a, Kilis’ten Niğde ve Kayseri’ye, Adana sâhillerinden Sivas’a kadar olan bölgedeki âsileri ıslâh etmek için kuruldu. Kumandanı Müşir Derviş Paşa, komiseri de Ahmed Cevdet Paşa olup, on beş piyâde taburu ve iki süvâri alayından meydana geliyordu.

Kırım Harbi (1853-1856) devâm ederken, Osmanlı ordusunun cephede olmasından istifâde eden fırsatçı eşkıyâlar ile Ermeni âsileri Halep, Kozan ve Adana bölgelerinde isyâna, ahâliyi katletmeye başladılar. Bu katliamlar üzerine 1866’da bölgede harekâta başlayan Fırka-i Islâhiye, Halep, Kozan, Adana ve çevresinde faaliyette bulunan eşkiyâyı kısa sürede ortadan kaldırdı. Hac yolunu kesen Küçük Alioğullarının tehditlerine son verdi. Fırka-i Islâhiye, Cevdet Paşanın başkanlığında bölge aşîretlerinin ileri gelenleriyle, toplantılar ve görüşmeler yaparak göçebe halkı büyük ölçüde yerleşik düzene geçirmeyi başardı. Heyeti bir beyannâme yayınlayarak pâdişâha bağlılıkla kusur gösterilmesine izin verilmeyeceğini buna karşılık şahsî hukûkun korunacağını ve o güne kadar işlenen suçların affedileceğini duyurdu. Aşîret önde gelenlerine çeşitli devlet kademelerinde ve ordu içinde görevler verildi. Bunlar İstanbul, Kütahya ve Rumelide iskân edildi.

Bölgede asâyişin sağlanması ve Fırka-i Islâhiyenin İstanbul’a dönmesi ile teşkilâtın görevi sona ermiş oldu (1867).
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

İttihat ve Terakki Cemiyeti​

itttihat-ve-terakki3d67c57e834b13e5.webp
itttihat-ve-terakki3d67c57e834b13e5.webp
Osmanlı Devleti'nde 1908 yılında Meşrutiyet'in İlanını sağlayan siyasi dernek (parti).

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin temeli, 1893 yılında İstanbul'da Askerî Tıbbiye'de atıldı. Kurucuları Dr. İshak Sukûtî, Dr. Abdullah Cevdet, İbrahim Temo ve Şerafettin Mağdumî'dir. Cemiyetin amacı istibdada karşı direnmek, Meşrutiyet yönetiminin yeniden yürürlüğe girmesini, özgürlüğe, eşitliğe, mal ve can güvenliğine yer veren bir yönetimin kurul masını sağlamaktı.

Cemiyet, kısa zamanda gelişti, İstanbul'da birçok semtte gizli komiteler kuruldu.Kahire'de ve Paris'te dernek adına yayımlara girişildi. Bunun üzerin II. Abdülhamit yönetimi,
İstanbul'da sıkı araştırmalara girişti.1897'de cemiyet üyelerinin çoğu ele geçirilerek bir kısmı hapsedildi, bir kısmı sürgün edildi. Ama devrim düşüncesi yok edilemedi.İttihat ve Terakki'nin amaçlan özellikle Rumeli'de subaylar, askerî öğrenciler ve memurlar arasında yaygınlaştı.Selanik, cemiyetin merkezi haline geldi.Atatürk ve İsmet İnönü de cemiyete üyeydiler.

Padişah, devrim çalışmalarını bastırmak için Rumeli'ye yüksek yöneticiler gönderdi. Bunlardan Şemsi Paşa Edirne'de ittihatçılar tarafından vuruldu. Müşir Osman Paşa dağa kaldırıldı. Binbaşı Enver Bey ile kolağası Niyazi Bey ayaklanıp dağa çıktılar. Bunun üzerine padişah 24 Temmuz 1908'de Kanunu Esasi'yi (Anayasa) yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı (İkinci Meşrutiyet, 1908).

Meşrutiyet'in ilânından sonra ülkede parti kavgaları başgösterdi. İttihat ve Terakki'ye karşı gerici 31 Mart Ayaklanması oldu (1909). Rumeli'den gelen Hareket Ordusu ayaklanmayı bastırarak gericileri sindirdi ve İttihat ve Terakki'yi kurtardı.Trablusgarp Savaşı ve Balkan savaşlarından sonra Enver Paşa,Talat Paşa ve Cemal Paşaların Alman etkisine kapılarak devleti Birinci Dünya Savaşı'na sokmaları,Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte İttihat ve Terakki'nin de sonu oldu (1918).

İttihat ve Terakki'nin İleri Gelenleri​

İttihat ve Terakki'nin başkanı, Edirne Posta idaresi'nde memur olan Talât Bey'di (sonra Talat Paşa). Diğer ileri gelenler arasında Ahmet Rıza,Enver Paşa,Cemal Paşa, Dr. Nâzım ve Ziya Gökalp gibi asker ve sivil kişiler vardı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin tarihçesi​

İttihat ve Terakki Türkiye’de kurulan ilk siyasi parti olarak kabul edilir.

21 Mayıs 1889’da İttihad-ı Osmani adıyla ve Abdülhamid Hanı tahttan indirmek gayesiyle gizli bir cemiyet olarak kuruldu. Daha sonra İttihat ve Terakki adını aldı. Yapılan ilk toplantıda Cemiyetin başkanlığına Ali Rüşdi, katipliğine Şerefeddin Mağmumi, muhasib üyeliğe de asaf Derviş seçildiler.

Cemiyet, İstanbul’daki sivil ve askeri okul talebeleri arasında taraftar kazanarak süratle büyüdü. İtalyan Karbonari mason teşkilatını örnek alarak kurulan bu gizli cemiyet, hücreler halinde teşkilatlandı. Hücre içindeki her üyeye bir sıra numarası verildi. Birinci hücrenin birinci üyesi İbrahim Temo idi.

Cemiyet üyeleri, Galata Fransız Postahanesi aracılığıyla merkezi Paris’te kurulan Jön Türklerle irtibat kurdular. Cemiyetin üyelerinden olan Bursa maarif müdürü Ahmed Rıza Bey, Paris’teki bir sergiyi gezmek bahanesiyle Fransa’ya gidip, Jön Türkler grubuna katıldı ve geri dönmedi. İttihad-ı Osmani cemiyetinin fikirlerini yaymaya başladı. Çok geçmeden onlar arasında hakim bir sima oldu. Cemiyet, Sultan Abdülhamid Hana karşı kişi ve çevrelerle kurduğu münasebetler neticesinde tanınmaya başladı; yurt içinde ve dışında şubeler kurarak teşkilatlandı. Ahmed Rıza, Avrupa’daki teşkilatın adını, Auguste Comte’un pozitivist felsefesinin parolası olan Nizam ve Terakki koymak istedi. Jön Türkler bu ismi kabul etmeyip, İstanbul’daki İttihad-ı Osmani Cemiyetinin ittihadının da bu cemiyetin isminde yer almasını istediler. Böylece İstanbul’dakilerin İttihac’ı ile Ahmed Rıza’nın Terakki’si bir araya getirilerek, cemiyetin adı İttihat ve Terakki oldu. Cemiyetin yayın organı olarak Meşveret Gazetesi ve Fransızca ilavesi, Paris’te yayınlanmaya başladı. Daha sonra Cenevre ve Brüksel’de yayın hayatına devam eden Meşveret Gazetesi yurda gizlice sokuldu. Cemiyetin para ihtiyacını Paris mason locası karşıladı.

Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye gibi yüksek okullarda gizli kollar ve komiteler teşkil eden cemiyetin yurt içindeki varlığı, 1895 yılındaki Ermeni olayları sebebiyle duyuldu. Cemiyetin; Dr. İshak Sükuti, Dr. İbrahim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. akil Muhtar, TunalıHilmi gibi faal üyeleri, yapılan soruşturmalar neticesinde suçlu bulunarak dağıtıldılar. Bazıları çeşitli yerlere sürülen cemiyet üyelerinin bir kısmı yurt dışına kaçtı. Yurt dışı faaliyetleri Bükreş, Paris, Cenevre veKahire’den idare edilmeye başlandı. 1897 yılında cemiyetin Cenevre ve Kahire şubeleri faaliyete geçti. Cenevre şubesinin çıkardığı Mizan ve Osmanlı gazeteleriyle Kahire şubesinin çıkardığı Kanun-i Esasi ve Hak gazeteleri cemiyetin fikirlerinin destekçiliğini yaptılar. Bükreş şubesini İbrahim Temo; Paris şubesini ise Ahmed Rıza idare etti.

Kalabalık bir kitle teşkil etmeyen ülke dışındaki cemiyet mensupları, sürekli anlaşmazlıklar içindeydi. Sultan İkinci Abdülhamid, yurt dışındaki bu muhalifleri ikna veya pasifize etmek için gerekli tedbirleri aldı. Zaten fikri ve siyasi sebeplerden dolayı ikiye bölünmüş olan İttihatçıların Cenevre grubunun lideri Mizancı Murad Beyle anlaşması için serhafiye Ahmed Celaleddin Paşayı vazifelendirerek Avrupa’ya gönderdi.

Ahmed Celaleddin Paşa’nın gizli çalışmaları neticesinde, muhaliflerden büyük bir kısmı İstanbul’a döndüler ve Padişah’ın hizmetine girdiler. Ancak Ahmed Rıza’nın çevresinde kalan bir grup, Osmanlı Devletine karşı şiddetli muhalefete ve basın yoluyla propagandaya devam ettiler. Bu sırada Sultan İkinci Abdülhamiddan istediği ilgiyi göremeyen eniştesi Damad Mahmud Celaleddin Paşa da, ülke dışına kaçarak, iki oğlu Prens Sebahaddin ve Lütfullah beylerle Paris’e gitti. Sultan İkinci Abdülhamidın ve Osmanlı Devletinin aleyhinde faaliyete başladı. Böylece Avrupa’daki Jön Türk hareketi biraz canlandı. Ancak anlaşmazlık ve şahsi rekabetler de gittikçe arttı.

4 Şubat 1902 tarihinde Paris’te, bütün Jön Türkleri içine alan bir kongre toplandı. Bu kongreye; Prens Sebahaddin, Ahmed Rıza, İsmail Kemal, İsmail Hakkı(Paşa), Hoca Kadri, Halil Ganem, Mahir Said, Yusuf Akçura, Ferid Bey, Ali Haydar, Hüseyin Siret, İbrahim Temo, Dr. Nazım, Dr. Refik Nevzat ile Ermeniler ve Rumlar adına da bazı şahıslar katıldı. Kongrede takib edilecek usul ile ilgili görüş ayrılıkları belirdi. Ahmed Rıza ve arkadaşları cemiyetin adını Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti olarak değiştirip, Paris’’te Meşveret’i çıkarmaya devam ettiler. Mısır’da da Şurayı Ümmet Gazetesi’ni kurdular. Prens Sebahaddin ve taraftarları da Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetini kurup Terakki Gazetesi’ni çıkardılar. İki cemiyet yayın organlarıyla birbirlerini itham etmeye devam etti. Bir taraftan da taraftar kazanmak için program ve fikirlerini açıklayıp yaymaya koyuldular.

Cemiyet, Rumeli’de de hızla teşkilatlandı. Yalnız Tiran’da olmak üzere, Köstence, Dobruca, Şumnu, Plevne, Sofya, Kızanlık, Vidin ve İşkodra’da bir çok şubeler açıldı. Terakki ve İttihat Cemiyeti batı dünyasında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıtıldı.

1906 Eylülünde ekseriyeti üçüncü ordu subaylarından olan; Bursalı Tahir, Naki, Edib Servet, Kazım Nami, Ömer Naci, İsmail Canbolat, Hakkı Baha beyler ile posta ve telgraf idaresi başkatibi Mehmed Talat, Rahmi ve Midhat Şükrü beyler tarafından Selanik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kuruldu. Sultan Abdülhamid Hanı tahttan indirme gayesini güden, ihtilalci bir hüviyete sahib olan ve kurucularının ekseriyetinin mason olması ile dikkat çeken bu cemiyet, ülke içinde veya dışında aynı gaye ile kurulan cemiyetleri kendine çekerek kaynaştırmayı başardı. Cemiyet, silahlı kuvvetler çevresinde hızla yayıldı. Asker ve sivil üyeleri fazlalaşarak ihtilalci bir güç meydana geldi. Bu cemiyet, bir yıl sonra Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetinin Paris şubesiyle birleşme kararı aldı. Hem yurt içinde hem de yurt dışında faaliyet gösteren Terakki ve İttihat Cemiyetinin biri Selanik’te, diğeri Paris’te olmak üzere iki merkez-i umumisi ortaya çıktı.

Bu birleşmeden sonra Rumeli’de hızlı bir şekilde teşkilatlanan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti komita faaliyetlerine girişti. Enver Bey, Tikveş yöresinde; Niyazi ve Eyyub Sabri beyler Resne ve Ohri’de; Selahaddin ve Hasan Tosun beyler Arnavutluk’ta hürriyet taburları kurarak tedhiş hareketlerini yaygınlaştırdılar. Bulundukları bölgelerdeki gayri müslim ve Türk olmayan unsurlarla da işbirliği yaparak, Müslüman ahaliyi Sultan Abdülhamid Hana karşı ayaklanmaya çağırdılar. Durumun tehlike arz ettiğini gören Sultan İkinci Abdülhamid, bu komita faaliyetlerini bastırmak üzere Makedonya’ya asker sevk etti. Gönderilen askeri birliklerden de İttihatçı komitacılara katılanlar olması, cemiyetin Manastır ve Selanik’te hürriyet ilan edeceğine dair aldığı kararı padişaha bildirmesi, durumu iyice tehlikeli bir hale soktu. Bu defa Sultan İkinci Abdülhamid, Şemsi Paşayı ayaklanmayı bastırmakla vazifelendirdi. Hazırlıklarını tamamlayan Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Padişaha son raporunu vermek üzere girdiği Manastır Postahanesinden çıkarken İttihat ve Terakki komitacılarından Bigalı Teğmen atıf tarafından öldürüldü. Dağa çıkan komitacıların sayısı gittikçe arttı. Komitacılar, 20 Temmuz 1908’de Firzovik’te halkı meydana toplayarak hürriyet ve meşrutiyet isteğiyle gösteri yaptı. Bu vak’alardan sonra Tatar Osman Paşa, İzmir ve civarı redif kuvvetleri de kendisine verilerek, Manastır ve havalisi fevkalade kumandanı olarak bu bölgeye gönderildi. Ohri Taburu kumandanı Eyyub Sabri ve Resne kuvvetleri kumandanı Niyazi beyler, Manastır’da Osman Paşanın oturduğu konağı muhasara ederek kendisini Resne’ye götürdüler.

Durumun nazikliği üzerine Kanun-i Esasiyi yürürlüğe koyan Sultan İkinci Abdülhamid, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyeti ilan etti. Meşrutiyetin ilanını takib eden günlerde birleştirici olduğunu ilan eden İttihatçılar, cemiyetlerinin ismini Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirip, Prens Sebahaddin grubunun mensub olduğu Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet cemiyetiyle birleştiğini duyurdular. Partinin Selanik’teki merkez-i umumi üyelerinden Ahmed Rıza, Talat, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat, Şükrü, Habib, Enver, İsmail Hakkı, Dr. Bahaeddin Şakir ve Nazım beyler hükumetin faaliyetlerini gözetlemek üzere İstanbul’a geldiler. Kendileri kabineye giremedilerse de hükumet üzerinde hakimiyet kurdular. Tecrübesizliklerinden dolayı kabineleri doğrudan doğruya kurmak yerine kontrol altında bulundurmayı tercih ettiler. 4 Ağustos 1908’de kurulan meşrutiyetin ilk kabinesi olan Said Paşa hükumeti, İttihat ve Terakkinin baskısına dayanamayarak 13 Ağustosta çekilmek zorunda kaldı. İkinci defa kurulan Said Paşa hükumeti ise beş gün dayanabildi. İttihat ve Terakki iktidar olmamıştı ama hükumeti ve hükumetin icraatını kendileri tayin ediyordu. 21 Ağustosta İttihat ve Terakkinin baskısıyla Kamil Paşa hükumeti kuruldu. Hükumetlerdeki istikrarsızlık, İttihat ve Terakkinin devlet otoritesini ve bütünlüğünü bozmaya yönelik faaliyetlerini fırsat bilen Bulgarlar, 5 Ekimde bağımsızlık ilan ettiler. Ertesi gün Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhak etti. 6 Ekim’de Girid, Yunanistan’a bağlandı.

Meşrutiyetin ilanından sonra ülkeye dönen Prens Sebahaddin Bey grubu, İttihat ve Terakki ile birlikte hareket etmeyi reddederek kendi görüşleri doğrultusunda faaliyet göstermeye başladılar. Adem-i Merkeziyetçi görüşleri sebebiyle İttihat ve Terakkiden bekledikleri iltifatı göremediler. İttihat ve Terakki ile tamamen irtibatı kesen Prens Sebahaddin Bey, 14 Eylül’de Ahrar Fırkasının kurulmasını destekledi. Kısa zamanda muhalefetin sesi haline gelen Ahrar Fırkası, İttihat ve Terakkinin gizli kapaklı yönetim modeliyle iktidar tekelciliğinin ve gizliliğinin sonunda bir istibdat meydana gelebileceği konusunu işledi. İdari ve siyasi mesuliyetten uzak olan İttihat ve Terakkinin devlet işlerine karışmasını, hükumeti ve milleti tahakkümü altına almasını, orduyu siyasete karıştırmasını tenkid etti.

İttihat ve Terakkinin, Kamil Paşa hükumeti üzerinde şiddetli baskı kurmak istemesi yüzünden, Kamil Paşa ile İttihat ve Terakkinin arası açıldı. 18 Ekim-8 Kasım 1908 tarihleri arasında İttihat ve Terakkinin kongresi gizli olarak toplandı ve cemiyet için yeni bir siyasi program hazırlandı. Kongre sonunda yayınlanan 13 maddelik bildiride, cemiyetin siyasi fırka (parti) haline geldiği ilan edildi. Gayri müslim ve Türk olmayan unsurların da desteğiyle, 1908 yılı sonlarına doğru yapılan seçimi İttihat ve Terakki kazandı. 17 Aralık 1908’de Sultan İkinci Abdülhamidın konuşmasıyla yeni seçilen meclis-i meb’usan açıldı. Sadrazam Kamil Paşanın hükumette bazı değişiklikler yapması İttihat veTerakkinin Babıali’ye karşı sert tepkiler göstermesi sebebiyle, İttihat ve Terakki ile Sadrazam’ın arası iyice açıldı. 14 Şubat 1909’da meclis-i mebusanda yapılan güven oylamasıyla, Ahmed Rıza, Talat, Cavit ve Enver Bey gibi ittihatçıların faaliyetleri sonucu Kamil Paşa hükumeti düşürüldü. Sadrazamlığa Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. İttihat ve Terakkiye karşı gerek meclis içi, gerekse meclis dışı muhalefet şiddetlendi. Meclis içinde, çok az üyesi bulunan Ahrar Fırkası, Meclis dışında Serbesti Gazetesi ile muhalefet çalışmalarını sürdürdü. Bu gazete, eski memurlardan şantaj yoluyla para alındığını gösteren belgeler ve makaleler yayınladı. Siyasi rakiplerine karşı tedhiş yoluna baş vuran İttihatçılar, Serbesti Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’yi Sirkeci Postahanesi yanında esrarlı bir şekilde öldürttüler. Hasan Fehmi’nin cenaze töreni İttihatçıların aleyhinde bir gösteri mahiyetinde cereyan etti. Derviş Vahdeti ve arkadaşları tarafından kurulan İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti ve yayın organı olan Volkan Gazetesi de, İttihat ve Terakki aleyhinde faaliyet gösterdiler. İttihat ve Terakkinin ordu içinde kendisine karşı olan, milletini, dinini ve vatanını seven subayları, orduda gençleştirme bahanesiyle tasfiye etmesi, orduda huzursuzluklara yol açtı. İttihat ve Terakkinin Padişaha ve hilafet makamına karşı olan sevimsiz hareketleri de, sağduyu sahibi Müslüman ahalide nefret uyandırdı.

İttihat ve Terakki, Padişaha sadık Birinci Orduya güvenmeyerek Selanik’teki Üçüncü Ordudan avcı taburları getirtti. İttihatçılar tarafından tertib edilen ve Selanik’ten getirilip Derviş Vahdeti isminde bir kimse tarafından “Din elden gidiyor!” “Şeriat isteriz!” gibi sloganlarla kışkırtılan avcı taburları tarafından çıkartıldığı tesbit edilen 31 Mart Vak’ası üzerine İttihat ve Terakki tarafından, Selanik’ten Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavud yağmacılarının da bulunduğu Hareket Ordusu İstanbul’a getirildi. Sultan İkinci Abdülhamid, Selanik’ten gelen Hareket Ordusuna karşı koymak isteyen kendisine sadık kumandanlara, çarpışılmaması, Müslüman kanı dökülmemesi için sıkı emir verdi. İsteseydi yalnız Taksim ve Taş kışladaki talimli asker ve sadık subaylar, gelen hareket ordusunu darmadağınık edebilirdi. Fakat sultan, kardeş kanının dökülmesini istemedi. İttihat ve Terakkinin önderliğinde İstanbul’a giren Hareket Ordusu kumandanları, doğru Yıldız Sarayı’na geldiler. Hazineyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yadigarları ve dünyanın en zengin kütüphanelerinden olan saray kitaplığını yağma ettiler. Padişahın arabası bile parçalanıp paylaşıldı. Sultan İkinci Abdülhamid, İttihat ve Terakki ileri gelenlerince tahttan indirildi, yerine kendinden iki yaş küçük olan kardeşi Muhammed Reşad getirildi.

İttihat ve Terakki ileri gelenleri, Sultan İkinci Abdülhamidı lekeleyecek bir suç bulamadılar. Milletin, hükümdarı saydığını görerek öldürmeye de cesaret edemediler. Hemen o gece kurmay binbaşı Fethi Okyar’ın emrinde olarak trenle Selanik’e götürdüler. Oradaki Alatini köşküne hapsettiler. Bu olaylar sırasında Hüseyin Hilmi Paşa istifa edip Tevfik Paşa sadrazam oldu. 31 Mart Vak’asından bir gün sonra Adana’da Ermeni ihtilali oldu. Müslümanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldıran Ermeniler; İttihat ve Terakkinin seyirci kaldığı hadiselerde 1850 Müslüman-Türkü öldürdüler.

Halkın bir araya gelmesiyle Ermeni isyanı bastırıldı. Adana’ya vali tayin edilen İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Cemal Paşa da, Avrupalılara şirin görünmek için Ermenilerle birlikte hareket ederek yüzlerce Müslümanı asıp kesti.

31 Mart Ayaklanmasının bastırılmasından ve Sultan İkinci Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra duruma hakim olan İttihat ve Terakki, bütün fırkaları lağv ederek muhalif olanları tevkif ettirdi. Bu arada hiçbir kabahatleri olmadığı halde, sadece cemiyete karşı oldukları zannedilen birçok zabit de tutuklanarak Bekirağa Bölüğüne hapsedildi. İstanbul’da örfi idare (sıkıyönetim) ilan edilerek Divan-ı harb-i örfilerle (sıkıyönetim mahkemesi) birlikte darağaçları kuruldu. Kendilerine göre suçlu görülenlerin yanında suçsuzlar da idam edildi. Eski devre ait devlet adamlarından pekçok kimse çeşitli yerlere sürüldü. İttihat ve Terakki erkanının devlet işlerini doğrudan doğruya ellerine almak istemeleri üzerine, 14 Nisan 1909’da Tevfik Paşa sadrazamlıktan istifa etti. Yerine Hüseyin Hilmi Paşa tekrar sadrazam oldu. İttihat ve Terakkinin ileri gelenlerinden genç, tecrübesiz ve maceracı Talat Bey de, bu kabinede dahiliye nazırlığına getirildi. İttihat ve Terakkinin keyfi baskılarına dayanamayan Hüseyin Hilmi Paşa, 7 ay 24 günlük bir iktidardan sonra tekrar istifa etti. Sadaret makamına getirilen Roma sefiri Hakkı Paşa kabinesinde, hareket ordusunun diktatör kumandanı Mahmud Şevket Paşa, harbiye nazırı olarak vazife aldı.

Muhaliflerine karşı sert tedbirler alan ve tedhiş yollarına başvuran İttihat ve Terakki, Sada-yı Millet Gazetesi başyazarı Ahmed Samim’i de sokak ortasında öldürttü. Sultan İkinci Abdülhamidın Balkan siyasetinin esası olan Bulgar ve Rum kiliseleri arasındaki rekabete son veren İttihat ve Terakki, güya Makedonya’daki unsurlar arasındaki ihtilafı gidermek bahanesiyle kiliseler kanununu çıkardı. Neticede Bulgar, Yunan ve Sırp unsurları arasında hiçbir ihtilaf bırakmayarak, bunların Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifakı kurmalarına yol açtı. 1 Nisan 1910’da Arnavutluk ayaklanması çıktı; 9 Mayıs 1910’da da Girid meclisi, Yunan kralına bağlılık yemini etti.

Bu sırada, harbiye nazırı olan Mahmud Şevket Paşa, Trablus’taki askeri Yemen’e sevk etmek, bir çok ihtarlara rağmen mühimmatı da İstanbul’a getirmek suretiyle bu bölgeyi müdafadan mahrum bıraktı. İtalyanların teşebbüsleri üzerine Trablusgarb vali ve kumandanı Müşir İbrahim Paşa da, vazifeden azledilerek bu vilayet kumandansız ve valisiz bırakıldı. Roma hükumeti de bu vaziyetten istifadeyle İttihat ve Terakkinin Trablusgarb ve Bingazi’deki halkı İtalyan aleyhinde tahrik etmesini ve Osmanlı vapurlarıyla oralara asker ve mühimmat sevk olunduğunu iddia ile 23 Eylül 1911’de verdiği bir ültimatomla Trablus ve Bingazi’nin boşaltılmasını ve teslim edilmesini istedi. Daha sonra da harb ilan etti. Ciddi bir tedbir alınmadığı için Trablusgarb’ın elden çıkmasına sebeb olundu. Harb ilanını bildiren ültimatom geldiğinde, İttihatçıların hariciye nazırı, İtalyan sefiri ile satranç oynamaktaydı.

Sadrazamlığı sırasında; Çırağan Sarayı yangını, Babıali yangını, Arnavutluk İsyanı, Girid’in Yunanistan’a iltihakı, Tarblusgarb’ın İtalyanlarca işgal edilmesi gibi felaketlerin vuku bulduğu Hakkı Paşa, 29 Eylül 1911’de istifa etmek zorunda kaldı. Yerine ayan Reisi Küçük Said Paşa sadrazam oldu.

İttihat ve Terakkinin içeride uyguladığı partizan ve baskıcı, dışarıda uyguladığı tavizci politika sebebiyle muhalefet gittikçe fazlalaştı. 1911 yılı başlarında kendi içinde meydana gelen Hizb-i cedid hareketi de muhalefete katıldı. 21 Kasım 1911’de bütün muhalefet gruplarının ve fırkalarının bir araya gelmesiyle Hürriyet ve itilaf fırkası kuruldu. Kurulmasından yirmi gün sonra girdiği İstanbul’daki mebus seçiminde başarı göstermesi, İttihat ve Terakkiye karşı muhalefetin güçlendiğini ortaya koydu. Meclis-i meb’usan’daki hakimiyetin elinden çıkmakta olduğunu gören İttihat ve Terakki, kanun-i esaside değişiklikler yaparak hükumetin yetkilerini artırmak çabasına girdi. Hükumetle meclis-i meb’usanın arası açılınca, meclisde güven oyu alamayan hükumetler ard arda istifa etmek zorunda kaldı. Bu bunalım sebebiyle meclis-i meb’usan feshedilerek tekrar seçime gitme kararı alındı. “Sopalı seçimler” diye bilinen ve İttihat ve Terakkinin çeşitli tedhiş hareket ve hileleriyle yapılan 1912 seçimlerinde, çoğunluğu yine İttihat ve Terakki elde etti. Mecliste ekseriyeti elde eden İttihat ve Terakki, hükumete kendi adamlarını getirmek suretiyle baskıyı iyice arttırdı.

Muhalefetin desteğiyle, ordu içinde İttihat ve Terakkiye karşı olan subaylar tarafından Halaskaran-ı Zabitan Grubu kuruldu. Bu grub, hükumete gizli tehdid ve baskılar yapınca, 16 Temmuz 1912’de Said Paşa sadrazamlıktan istifa etti. Bu sırada meydana gelen bazı iç ve dış hadiseler yüzünden yıpranan ve güçten düşen İttihat ve Terakki iktidara talib olmayınca, 21 Temmuzda partilerüstü görünümde olan Gazi Ahmed Muhtar Paşa hükumeti kuruldu.

Aslında İttihat ve Terakkiye karşı bir tepki hükumeti olan Gazi Ahmed Muhtar Paşa hükumeti, bu fırkaya karşı gittikçe sertleşti. Bir bahaneyle meclis-i meb’usanı feshettirdi. Bu sırada meclis dışında kalan İttihat ve Terakkinin tahrik ve teşvikleriyle yapılan gösterilerden sonra Balkan Harbi başladı. Ordunun siyasete sokulması ve subayların İttihatçı-itilafçı olarak ikiye bölünmesi yüzünden Osmanlı ordusu Balkan Harbinde bütün cephelerde kısa zamanda yenilgiye uğradı. Osmanlı orduları ancak Çatalca hattında tutunabildiler. Kısa bir müddet sonra Gazi Ahmed Muhtar Paşanın sadrazamlıktan istifa etmesi üzerine Kamil Paşa hükumeti kuruldu. Yeni hükumet döneminde Balkan Harbinin felaketi neticeleri devam etti. Kamil Paşa hükumetinin de aleyhinde propaganda yapan İttihat ve Terakki, normal yollardan iktidara gelemeyeceğini anlayınca hükumete karşı darbe planladı. 23 Ocak 1913’de Babıali baskını diye bilinen kanlı bir baskın düzenleyerek iktidara el koydu. Sadrazam Kamil Paşanın zorla istifa ettirilmesi üzerine, İttihatçı olan Mahmud Şevket Paşa sadarete getirildi. Her işte kendi bildiğine göre hareket eden Mahmud Şevket Paşa da, 11 Haziran 1913’te İttihatçılar tarafından meçhul bir şekilde öldürtüldü. Mahmud Şevket Paşanın ölümünden sonra Said Halim Paşanın sadrazam olmasıyla İttihat ve Terakki tam iktidar oldu. İttihat ve Terakkiye faal olarak bizzat hizmet eden Said Halim Paşa hükumetinin bütün üyeleri İttihatçı idi. Said Halim Paşanın 3 sene 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat Paşanın bir buçuk senelik sadaret zamanlarında memleket karmakarışık oldu. Herkes ölüm ve hapis korkusu içinde yaşadı. Can, mal ve namus emniyeti kalmadı. İslam düşmanlığı moda olmaya başladı. Her vilayette zalimler, ırz düşmanları türedi.

1914 yılında yapılan seçimleri de kazanan İttihat ve Terakki, bir oldu bittiye getirilerek Osmanlı Devletini Harb-i Umumi diye bilinen Birinci Dünya Harbine soktu. Hiçbir mecburiyet yokken Talat, Enver ve Cemal gibi İttihat ve Terakki paşalarının çeşitli hülyalarıyla girilen savaş; Sina, Irak, Kafkasya ve Çanakkale cephelerinde devam etti. 1914-1918 yılları arasında devam eden Birinci Dünya Harbinde pekçok vatan toprağı elden gitti; yüz binlerce Müslüman-Türk evladı şehid düştü. Savaşın mağlubiyetle sona ermesi üzerine, 8 Ekim 1918’de sadrazam Talat Paşa istifa etti. Yerine de Ahmed İzzet Paşa sadrazamlığa getirildi. Böylece on seneden az bir zaman zarfında Sultan Abdülhamid’den devr alınan üç kıtaya yayılmış altı yüz senelik koca bir imparatorluğu, korkunç bir ihtiras ve cehalet ile tarihin sinesine gömen ve birinci derecede mesul olan İttihat ve Terakki, iktidardan uzaklaştı. Şahsi ihtiras ve ikbal için bir milleti harbe sokarak Müslüman-Türk evlatlarından en az iki milyon kişiyi cephelerde kar ve tipi altında veya kavurucu çöller ortasında çıplak, aç, susuz bırakarak şehid olmalarına sebeb olan İttihat ve Terakkinin ileri gelenleri, birkaç milyon kilometre kare olarak devraldıkları bir memleketi birkaç yüz bin kilometre kareye kadar küçülttüler. Bu küçük toprak parçasını da düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver, Talat ve Cemal paşalar ile doktor Bahaaddin Şakir, doktor Nazım, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini imza ettikten bir gün sonra gece yarısı koca Osmanlı Devletini yıktıktan sonra, ihanetlerine bir yenisini ekliyerek kaçtılar.

Sultan Abdülhamid'i tahttan indiren, Trablusgarb’ı İtalyanlara bırakan, çıkardığı kiliseler kanunuyla Balkanlardaki Hıristiyanların birlik kurmalarını sağlayan ve Balkanların Osmanlı Devletinden kopmasına sebeb olan, Babıali Baskınını düzenleyen ve milleti zulüm ve tedhiş ile idare eden, Sarıkamış faciasında on binlerce Müslüman-Türkün canına kıyan, mecnunane bir hareketle Kanal Seferini açarak Filistin ve Suriye’de Osmanlı ordusunun ve bu toprakların elden çıkmasına sebeb olan, dört senelik Birinci Dünya Harbi müddetince Anadolu’da halkı açlık, sussuzluk, yokluk içinde inleten İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Enver Paşa Türkistan’da, Talat Paşa Berlin’de, Cemal Paşa da Tiflis’te, Ermeniler tarafından öldürüldüler.

İlk önce gizli bir cemiyet şeklinde kurulup, yurt içinde ve yurt dışında teşkilatlanan, Abdülhamid Hanı tahttan indirmek için Osmanlı ve İslam düşmanlarıyla işbirliği yaparak komitacılık faaliyetlerinde bulunan İttihat ve Terakki, 1908 ile 1918 arasında yapılan seçimlerden 1908, 1912 ve 1914 senelerinde yapılan üç genel seçimi kazandı. İlk zamanlar Osmanlıcı ve İttihad-ı Anasırcı bir çizgi izlediği ve daha sonraki dönemlerde, bünyesinde Türk olmayanlara yer verdiği halde, Türkçü ve milliyetçi bir çizgi takib eder göründü. Doğrudan cemiyete aid ve bağlı gazeteler olarak Selanik’de çıkan İttihat ve Terakki, Hürriyet, Rumeli, İstanbul’da yayınlanan Tanin ileŞura-yı Ümmet gazetelerinin yanında bağımsız fakat İttihat ve Terakkinin destekçisi hüviyetindeki Tasvir-i Efkar, Tercüman-ı Hakikat gazeteleri ile fırkaya eğilimli İstiklal, Hak, Hadisat, Vakit gazeteleri yanında Kalem, Karagöz ve haftalık Şura-yı Ümmet gibi mizah gazeteleri; Türkçülere ait yayın organlarından; Türk Yurdu, İslam Mecmuası, Yeni Mecmua İttihat ve Terakkinin fikirlerini desteklediler.

Talat, Said Halim, Enver, Cemal, Halil ve Nuri paşalar, Babanzade İsmail Hakkı, Seyid, Hacı adil, İsmail Hakkı, Hüseyin Cahid (Yalçın), Ahmed Rıza, Halil (Menteşe), Ziya (Gökalp), Midhat Şükrü (Bleda), Ömer Naci, Ahmed Şükrü, Dr. Nazım, Cavid, Bahaaddin Şakir, (Kara) Kemal, (Küçük) Talat beyler ve Hafız İbrahim, Emrullah, Hayri, şeyhülislam Musa Kazım efendilerle Emanoel Karaso ve Hallaçyan gibileri İttihat ve Terakkinin ileri gelen elemanlarındandı.

Cemiyet; kuruluş, teşkilatlanma ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Cemiyetin yöneticilerinin çoğu masondu. Cemiyeti yöneten merkez-i umumi (genel merkez) üyesi yedi kişinin kimlikleri, meşrutiyet ilan edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, masonların merasimlerine benzer usullerle cemiyete alınırdı. Rehber üyelerce tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, tahlif heyeti (yemin kurulu) önünde yemin ederlerdi. Heyet başkanı, önce cemiyetin gayesini, cemiyet üyeliğinin taşıdığı sorumluluğu aday üyeye anlatır, sonra merkez-i umuminin hazırladığı yemini okurdu. Aday üye, inandığı dinin kutsal kitabına, hançer ve tabanca üzerine el basarak yemini tekrarlardı. Cemiyete giren üye, teşkilatın gayesi uğruna gerektiğinde canını fedaya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Ayrıca cemiyetin vereceği özel görevleri yerine getirmek için fedai şubeleri kurulmuştu. Fedailer görev sırasında öldükleri takdirde, cemiyet, ailelerine bakmayı taahhüt ediyordu. Cemiyetin amaçlarına aykırı hareket eden üyeler için merkez heyetleri, mahkeme gibi yargılama yaparlar ve suçluyu cezalandırırlardı. Cinayetten hüküm giyenler ölüm cezasına çarptırılırdı.

On seneye yakın bir müddet iktidarda kalan, koskoca Osmanlı Devletinin yağma edilmesine sebeb olan İttihat ve Terakkinin son kongresi, birinci Dünya Harbinin mağlubiyetle bitmesinden sonra 14 Kasım 1918’de toplandı. Bu kongrede parti kendini feshederek, tarihe karıştığını ilan etti. Bazı İttihatçılar birleşerek Teceddüt Fırkasını kurdular. Resmi ve kanuni olarak tarihe karışan İttihat ve Terakkinin mensupları kendilerine yeni yollar aramaya devam ettiler. Daha sonra İttihatçılara karşı sert tedbirler alındı. Kurulan Divan-ı Harb-i Örfi tarafından yargılandılar. Tevfik Paşa hükumetince, İttihat ve Terakkinin mallarına el kondu. Bir kısım malları ise teceddüt fırkasına devredildi. Yurt dışına kaçanların gıyaben cezalandırılmaları sırasında bir kısmı da mahkum edilerek Bekirağa Bölüğüne hapsedildiler. Daha sonra da Malta’ya sürüldüler. İttihatçıların cemiyetleri yok oldu ise de, geride zihniyetleri kaldı. Halk düşmanlığı, bölücülük, jurnalcılık hastalıkları, İttihatçıların cemiyetimize adapte ettiği kötü örneklerden sadece birkaçıdır.

İttihat ve Terakki Yönetimi​

İktidarı, askeri darbe ile ele geçirdikten sonra da Cemiyet, kendi hükümetini kurmaktansa, saygın bir asker olan Mahmut Şevket Paşa'yı sadrazamlığa getirmeyi seçti. Ancak 11 Haziran 1913'te Mahmut Şevket Paşa'nın da bir suikaste kurban gitmesi üzerine, Sait Halim Paşa sadrazamlığında kapsamlı bir diktatörlük yönetimi kuruldu. Aralarında muhalif siyasi liderlerin bulunduğu 24 kişi Mahmut Şevket Paşa suikastiyle ilgili görülerek idama mahkûm edildi. (Osmanlı Devleti'nde 1820'lerden bu yana infaz edilen ilk siyasi idamlardır.) İTC yönetiminin muhalifleri arasında bulunan, çoğu yazar, gazeteci ve milletvekili olan 250 dolayında kişi Sinop'a sürgün edildi. Tüm muhalif gazeteler kapatıldı.

Kendini bir "devrim (inkılap) rejimi" olarak gören İTC iktidarının, 1913'ü izleyen dönemdeki politikaları şöyle özetlenebilir:

Silahlı Kuvvetlerde büyük tensikat yapıldı. Enver Bey dört rütbe birden yükseltilerek paşa oldu ve ordu yönetimine getirildi.

Dış politika Alman yanlısı bir çizgiye yöneldi.

İdeolojik alanda Türkçülük ve Turancılık görüşleri benimsendi. Cemiyetin "resmi sözcüsü" kimliğini kazanan Ziya Gökalp'in yanısıra, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin (Yurdakul), Ömer Seyfettin, Yunus Nadi, Halide Edip gibi partili yazarlar bu görüşleri savundular. Öte yandan, şair Mehmet Akif (Ersoy)'un savunduğu bir İslam milliyetçiliği akımı da Cemiyet içinde yandaş buldu.

Gayrımüslim azınlıkları ekonomik yaşamdan silmeyi hedefleyen Milli İktisat Politikası benimsendi. 1914'te kapitülasyonlar tek taraflı olarak feshedildi.

Dilde sadeleşme ve Türkleştirme çalışmaları başlatıldı.

Medrese eğitiminin modernleştirilmesini ve Maarif Nezareti denetimine alınmasını öngören reformlar yapıldı.

Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile medeni hukukta kadın-erkek eşitliği getirildi, kadınlara boşanma hakkı tanındı.

1917'de Osmanlı Hanedanı'na son vererek (belki Enver Paşa başkanlığında) bir Cumhuriyet kurma görüşü ortaya atıldı ise de Cemiyetin Talat Paşa kanadının muhalefeti üzerine bundan vazgeçildi.

Savaş Yılları​

Cemiyet üst yönetimi ile Almanya arasında 2 Ağustos 1914'te hükümetten ve padişahtan habersiz olarak imzalanan ittifak antlaşması sonucunda, Türkiye Birinci Dünya Savaşı'na Almanya safında katıldı. Bu olay Cemiyet içinde eleştirilere ve bölünmeye yol açtı. Cavit Bey, Ahmet İzzet Paşa, Çürüksulu Mahmut Paşa gibi önemli İttihatçılar hükümetten ve askeri görevlerden ayrıldılar. Fethi Bey, Rauf Bey, Mustafa Kemal gibi bazıları da görevde kalmakla birlikte Enver Paşa başkanlığındaki Cemiyet yönetimine karşı çeşitli derecelerde tavır aldılar.

Daha önce İstanbul Muhafızı (emniyet müdürü) ve Bahriye Nazırı olarak rejimin üç kilit isminden biri olan Cemal Paşa, savaşın ilk aylarında Suriye kumandanlığına gönderilerek fiilen merkez yönetiminden uzaklaştırıldı. Rejimin iki lideri olarak kalan Talat Paşa ve Enver Paşa arasındaki rekabet, zaman zaman su yüzüne çıkmakla birlikte bir kopmaya yol açmadı.

Savaşın ilk aylarında Sarıkamış'ta, daha sonra Süveyş'te ve Irak'ta uğranan ağır yenilgiler Başkumandan Enver Paşa'nın siyasi konumunu sarsamadıysa da, stratejik becerisine ilişkin kuşkular doğurdu. Enver'e yakınlığıyla tanınan İaşe Nazırı Topal İsmail Hakkı Paşa'ya atfedilen büyük mali yolsuzluklar da İTC rejimini yıprattı.

Mütareke ve Kurtuluş Savaşı Dönemi​

Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilginin kesinleşmesinden sonra Talat Paşa hükümeti 8 Ekim 1918'de istifa etti. 1 Kasım'da yapılan olağanüstü kongrede İTC kendini feshederek, Teceddüd Fırkası (Yenilenme Partisi) adıyla yeni bir parti kurulmasına karar verdi. 2 Kasım'da İTC liderleri Enver, Talat, Cemal, Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım yurt dışına kaçtılar.

Bu dönemde gerek Türkiye'de gerek İtilaf Devletleri kamuoyunda yaygın olan inanca göre parti örgütü tasfiye edilmemiş, daha sonra yeniden ortaya çıkmak üzere yeraltına çekilmişti. Alman ittifakından ve savaş sırasında gerçekleşen yolsuzluk ve katliamlardan sorumlu tutulan liderler gizlenmiş, buna karşılık savaş suçlarına doğrudan karışmamış olan Cavit, Rauf, Fethi, Vasıf, Rahmi, İsmail Canbulat gibi kadrolar ön plana çıkarılmıştı.

Savaşın kaybedilmesi ve ülkenin işgali olasılığına karşı daha 1915'te Enver öncülüğünde bir direniş örgütünün kurulduğu bilinmekteydi. Nitekim 1918-1919 kışında, daha sonra Milli Mücadele'de kilit roller oynayacak olan kişiler İstanbul'a çağrılarak eğitilmiş, Anadolu'nun çeşitli kentlerinde gazeteler ve dernekler kurdurulmuş, Batı ve Kuzey Anadolu'da eski Teşkilat-ı Mahsusa üyelerinin önderliğinde Kuva-yı Milliye adlı direniş örgütleri teşkilatlanmıştı. Hareketin belli bir aşamasında Enver'in yurda dönerek yönetimi ele alacağı beklentisi, 1921 baharına dek, kamuoyunda yaygındı. İstanbul basınının 1919-1920 yıllarında Milli Mücadele'ye yönelttiği sert eleştirilerin başlıca konusu ve gerekçesini de "İttihatçılık" suçlaması oluşturuyordu.

Nitekim ( Rıza Nur, Ahmet Ferit Tek gibi bir-iki istisna bir yana bırakılırsa), Milli Mücadele kadrolarının tamamı eski İttihatçılardan oluşmaktaydı. "Vaktiyle zaten birçoğumuz o cemiyetin müessis veya azasından bulunuyorduk. Son kongresi kararıyla tarihe intikal eden mezkûr cemiyetin müntesibleriyle bilahare teşekkül eden Teceddüd Fırkası mensublarının bir kıism-ı küllisi büyük milletimizin azm-i bülendinden doğan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne iştirak ve iltihak etmiş ve bu cemiyetin programını kabul eylemiştir."-Gazi Mustafa Kemal, Nutuk. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Rauf, Fethi, Kâzım Karabekir, Celal (Bayar), Adnan (Adıvar), Şükrü, Rahmi, Çerkez Raşit ve Ethem, Bekir Sami, Yusuf Kemal, Celaleddin Arif, Ağaoğlu Ahmet, Recep (Peker), Şemsettin (Günaltay), Hüseyin Avni, Ziya Hurşit gibi milliyetçi liderlerin tümü eski İTC kadroları ve hatta Teşkilat-ı Mahsusa görevlileri idiler. İttihatçı hareketin basın ve propaganda sözcülerinden Ziya Gökalp, Mehmet Emin (Yurdakul), Mehmet Akif (Ersoy), Celal Nuri (İleri), Yunus Nadi (Abalıoğlu), Falih Rıfkı (Atay), Velid Ebüzziya ve diğerleri Milli Mücadele'nin de savunuculuğunu üstlenmişlerdi.

Buna karşılık Milli Mücadele kadrosunun eski İttihatçı örgütün doğrudan devamı mı, yoksa Mustafa Kemal önderliğinde yeni bir oluşum mu olduğu, tatmin edici bir şekilde yanıtlanabilmiş bir soru değildir.

İTC 'nin eski liderleri 1925'te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile siyasi hayattan tasfiye edilecek, ve aralarından önde gelen 13'ü 1926'da İzmir Suikasti komplosuna karıştıkları iddiasıyla İstiklal Mahkemesi'ne sevkedilerek idam edilecekti.

İttihat ve Terakki liderlerinin Sonu​

Enver, Talat ve Cemal Paşalar, 1 Kasım 1918'ten 2 Kasım'a bağlayan gece Alman torpidobotu 'R-1' ile İstanbul'u terkederek 3 Kasım 1918'de Sıvastopol'a ulaştı.

Talat Paşa, 15 Mart 1921'de Berlin'de Charlottenburg semti Hardenberg sok. (bugünkü Kurfürstendamm sok.) no.4'taki ikametgahından dışarı çıktığında Ermeni Salomon Tehleryan tarafından öldürülmüştü.

Cemal Paşa, 22 Temmuz 1922'de Tiflis'te uğradığı suikast sonucu öldürülmüştü.

Enver Paşa, 4 Ağustos 1922'de bugünkü Tacikistan'nın Balh-i Cevan'nın 15 kilometre doğusunda bulunan Çegan tepe'de Kızıl Ordu ile çatışmaya girmiş ve öldürülmüştü.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Kadı​

kadi460e8c9da1d18c8f.webp
kadi460e8c9da1d18c8f.webp
Yargı işlerine bakan görevliye verilen bir unvandır. Ahali arasında vuku bulan ihtilafların çözülmesi maksadıyla İslâmiyet’in ilk devirlerinden itibaren var olan bu müessese, Osmanlıların da ilk dönemlerinden itibaren varlığını göstermiştir. Osmanlılar’da kadı tayininde, ilk dönem İslâm devletlerindeki usullere riayet ederek, tanınmış kişileri kadılığa tayin etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde, beylik dönemlerinden itibaren fethedilen yerlere hukuku temsil etmek üzere bir kadı ve idareyi temsilen bir subaşı tayini yerleşmiş bir gelenekti. Osmanlı kadısının İslâm devletleri içinde özgün bir yeri ve konumu olup adliye ve mülkiye görevlisi idi. Kendisinden önce görev yapmış İslâm devletlerindeki meslektaşlarından çok daha geniş yetkilerle donatılmıştı. Şer‛î mahkemelerde şer‛î ve hukukî bütün meseleler Hanefî mezhebi üzerine çözümlenirdi. Aynı zamanda şer‛î mahkemelerden başka bir mahkeme de bulunmuyordu.

Şer‛î mahkemeler Osmanlı Devleti’nin başlangıcından itibaren medenî hukuk ve ceza davalarına bakmak salâhiyetine haiz idi. Her kaza merkezinde bir şeriat mahkemesi bulunuyor ve bunların başında birer kadı görev yapıyordu. Büyük kaza ve şehirlerde davalara bakmak için mahkeme binaları tahsis edilirken, bulunmayan yerlerde davalar kadının ikamet ettiği evde veya camide görülüyordu.

Kadıların görev süresi hakkında, İsmail Hakkı Uzunçarşılı 20 ay olduğunu belirtirken, Mustafa Akdağ bir yıl müddet-i örfî, bir yıl da uzatmalı olarak toplam iki yıl olduğunu söylemektedir. Kadıların görev süresi bazen daha kısa bazen de daha uzun olduğu gözlenmektedir.

Asli görevi, ahali arasındaki anlaşmazlıkları çözümlemek olan ve padişah beratı ile tayin olunan kadılar, sultanın emrettiği her hususta hüküm vermekle yetkili kılındıklarından idarî, malî, askerî, beledî gibi işlerle de meşgul olmaktaydılar. Böylelikle Osmanlı Devleti’nde yargı ve yürütme işleri birlikte yan yana yürütülmüştür.

Şer'iyye sicillerinde, sancak ve kaza kadılarının ne kadar geniş bir yetkiye sahip olduklarını, hemen hemen her konuda bir karar mercii ve sorumluluk sahibi olduğunu görmekteyiz. Halk arasında vuku bulan adlî davaların görülmesinin yanı sıra, örneğin; yaralama olaylarında suçlunun bulunarak cezalandırılması, katillerin yakalanması, öldürülen kişinin diyetinin tespiti ve alınması, vefat eden kişinin terekesinin tespit edilerek varislerine dağıtılması gibi hukuk alanında, cami ve mescitlerin imam ve hatip ve mütevelli tayini, kayyım, devirhan, müderris ataması, tekke, zâviye ve medrese gibi kurumların mütevellisinin ve diğer görevlilerinin tayini, vakıflarda zuhur eden mütevellilik anlaşmazlıklarının çözümü, sancağa atanan mutasarrıfın gelinceye kadar yerine vekilin göreve başlatılması ve bu işin takibi gibi idarî alanda, bulundukları sancak ve kazalarda zuhur eden eşkıya taifesinin takibi, yakalanması ve suçluların cezalandırılması, askerden kaçan ve mukabilinde eşkıyalık yapanları tespit ederek orduya teslim edilmesi, askeri seferler zamanında asker toplanması ve bunların isimlerinin tespiti, sefere çıkan asker için zahire temin edilmesi ve sefer için deve temini gibi askeri alanda, Avârız ve nüzül hanelerin tespit edilmesi ve bu vergilerin tahsili, imdâd-ı seferiyye ve imdâd-ı hazeriyye gibi vergilerin kaza, köy ve mahallelere taksimi ve toplanması, yine ayrıca sürsat ve beldar vergisi, arpa baha vergisi, ağnam rüsûmu gibi vergilerin tahsil edilmesi, çarşı ve pazarda satılan malların fiyatının belirlenmesi ve fahiş fiyata satılmasını engelleme, işletilmesi gereken toprak ve arazilerin timar tevcihi, tedavülde bulunan paraların kur ayarının takibi ve bunda olabilecek yolsuzlukları engelleme gibi mâlî alanda daha pek çok sayabileceğimiz hususta görev ve sorumlulukları olmuştur.

Osmanlılarda Kadılar;
  • Osmanlı Devletinin her köşeinde yargıyı sağlar
  • Her kazada beylerbeyı ve kadının olması Osmanlı Devletinde yasama ve yurutme işlerinin ayrılığını gösterir.Ayrıca beylerbeyının bölgeye tam hakım olmasını engellemiştir kı bu da Osmanlı Devletinin merkeziyetçiliğini gösterir.
  • Belediye başkanlığı yaparlar.
  • Görevliler hakkında rapor düzenlerler .
  • Merkezden gelen emirleri duyurur.
  • Sözleşmeleri onaylar.

Maaş ve Haraç​

Kadıların maaşları rütbelerine ve görev yaptıkları yerlere göre değişiklik arz ediyordu. Kasaba kadılıkları, sınıflarına göre 45 akçe ile 150 akçe arasında gündelikleri farklılık gösteren kadılar tarafından idare ediliyorlardı. Sancak ve eyalet merkezi olan şehirlerdeki kadılıklar ise mevleviyet sureti ile tevcih ediliyordu. Mevleviyet de iki çeşit olup, 300 akçeli sancak ve bazı eyalet merkezleri, 500 akçeli önemli vilayetlerin kadılıkları idi.

Kadılar yevmiyelerinin haricinde kurulan her mahkemede taraflardan ve devlete toplanan vergilerden kâtibiyye, muhzıriyye, harc-ı mahkeme, harc-ı bâb, hüddâmiye, çukadara hizmet adı altında, sicillerde de pek çok geçtiği gibi ücretler tahsis etmişlerdir. Bu toplanan paralar mahkemede vazife yapan kâtip, muhzır, çukadar, hademe gibi görevlilere maaş olarak veriliyordu. Örneğin, yıllara göre farklılık arz ederek kâtibiyye ücreti 5 ile 15 guruş, muhzıriyye 2 ile 10 guruş, hüddâmiye 5 ile 25 guruş, harc-ı mahkeme 25 ile 355 guruş olmuştur.

Yukarıda saydığımız resmî masrafların haricinde, bazı kadılar oluyordu ki mahkemeye gelen davacı ve davalılardan hüccet-i şer‛iyye, mürâsale akçesi, (yüksek miktarda) mahkeme harcı adı altında fazladan ve haksız yere paralar talep ediliyordu. Nitekim böyle yollara tavassut eden Uluborlu kadısı İsmail Efendi’nin derhal muhakeme edilmesi ve yapılan haksızlık ve zulmün giderilmesi Anadolu valisinin buyruldusu ile emredilmiştir. Neticede yapılan muhakemede, alınan akçelerin geriye iadesi sağlanmıştır.

Kadılık rütbelerinin her birisi derecelerine gore akçe hesabıyla maaşları şu şekilde tespit edilmiştir:
  • Rütbe-i ûla: 10000
  • Karib-i ûlâ: 9000
  • Rütbe-i saniye: 8000
  • Rütbe-i sâlise: 6000
  • Rütbe-i inebahtı: 5000
  • Rütbe-i Eğri: 4000
  • Rütbe-i çelebi: 3500
  • Rütbe-i çinad: 3000

Son Dönem​

Osmanlı Devleti'nde kadılık 1839 Gülhane Fermanı'nın kabulu ile yavaş yavaş tarih sahnesinde yerini nizami mahkemelere bırakmaya başlamış ve nihayetinde 1924 yılında kabul edilen 169 sayılı Mehakimi Şer'iyenin İlgasına ve Mehakim Teşkilatına Ait Ahkamı Muaddil Kanun ile tamamen kaldırılmıştır.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Kapıkulu Ocakları​

yeniceri23371c2e860c32ff5.webp
yeniceri23371c2e860c32ff5.webp
Osmanlı Devleti'nin sürekli ordusunu oluşturan ve doğrudan padişaha bağlı olan yaya, atlı ve teknik sınıftan asker ocaklarına verilen addır. Kapıkulu ocaklarının kurulmasından önceki dönemde Osmanlı Devleti'nin askeri gücünü yayalar ve müsellemler oluşturuyordu.

Kent güvenliğinden ve sınırların korunmasından sorumlu olan, silah olarak genellikle tüfek, kılıç, ok ve yayi kalkan, mızrak kullanan savaşçı bir sınıf olan kapıkuluların görevleri katı ve ödünsüz kurallara bağlanmıştı. Bu kurallara kavanin-i yeniçeriyan denirdi.

Kapıkulu olacak kişinin ailesiyle ve diniyle tüm bağlarını koparması, aynı yeni doğmuş gibi, hükümdardan başka kimseye maddi ya da duygusal herhangi bir bağ hissetmemeleri gerekiyordu.

Kapıkulu Piyadeleri​

Acemi Ocağı Kapıkulu ocaklarına ve özellikle Osmanlı Devleti'nin sürekli ordusunu oluşturan ve doğrudan padişaha bağlı olan yaya, atlı ve teknik sınıftan asker ocaklarına verilen addır. Kapıkulu ocaklarının kurulmasından önceki dönemde Osmanlı Devleti'nin askeri gücünü yayalar ve müsellemler oluşturuyordu. Bu birlikler tımarlı sipahiler, akıncılar, azaplar, voynuklar, martoloslar ve cerahorlarla destekleniyordu.

I. Murad döneminde (1360-1389) örgütsel kuruluşu tamamlanan kapıkulu ocakları, 16. yüzyılda yeniden düzenlendi. Bu yapıda, yetişen kapıkulu askerleri de çok mutluydu. Yeniçeri Ocağı'na asker yetiştirmek için kurulan teşkilat.

Rumeli’de arka arkaya elde edilen zaferler sonucu sınırları genişleyen Yeniçeri, Hıristiyan çocuklarından devşirme yöntemi ile yetiştirilen askerdir. I. Murat'ın veziri Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa'nın yardımıyla kurduğu bu sistem de, devlet kendi Hırıstiyan tebasından ve bazen eline düşen harp esirlerinden bazı çocuklara el koyuyordu. Acemi Oğlanı denilen bu çocuklar, önce bir tür köylü ailesinin yanına veriliyordu. Orada Türkçe ve Arapça öğreniyor, İslam dininin örf ve adetlerine göre yetiştiriliyordu. Devşirilir devşirilmez sünnet edilip, kendilerine bir müslüman ad verilirdi.

Osmanlı Devleti, daha fazla askere ihtiyaç duyuyordu. Mevcut kuvvetler ihtiyaca yetmiyor ve elde devamlı bir ordu bulunması gerekiyordu. Bu itibarla, esirlerden faydalanmak gayesi ile 1362 senesinde kadıasker (kazasker) Çandarlı Kara Halil ile ulemâdan Karamanlı Molla Rüstem’in gayretleriyle, Sultan Birinci Murad devrinde, Pençik Kanunu gereğince Acemi Ocağı, Gelibolu’da kuruldu. Daha önceleri, savaşta esir alınanlar, kısa bir eğitimden sonra yeniçeri yazılıp savaşa gönderilirdi. Sultan Birinci Murad zamanında, esirler önce Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında süvari askerlerini taşıyan gemilerde beş-on sene acemi oğlanı olarak çalıştıktan ve uzun bir eğitimden geçtikten sonra Yeniçeri ocağına kaydedilmeye başlandı.

Acemi teşkilatına, acemi oğlanı iki şekilde alınırdı. Biri, harpte esir edilen esirlerin beşte birinden, diğeri ise Osmanlı sınırları içinde yaşayan Hıristiyan çocuklarından ki, buna “devşirme” denirdi. Devşirme kanunu ile Hıristiyan tebaa evladından asker toplanarak, gayrimüslim olan Rumeli halkı, yavaş yavaş Müslüman olacak ve bu askerlerle de Osmanlı ordusu biraz daha kuvvetlenecekti. Kuruluşunda Gelibolu’da bulunan acemi ocağının merkezi, fetihten sonra İstanbul’a taşınmıştır. Gelibolu ocağının başında, Gelibolu ağası vardı. Gelibolu Acemi Ocağı'nın mevcudu, önceleri dört yüz idi; daha sonra beş yüz olmuştur. İstanbul Acemi Ocağı'nın mevcudu ise, önceleri üç bin kadardı, on altıncı asırda bu sayı, dört bine çıktı. Yeniçeri mevcudu arttıkça, acemilerin miktarı da artıyordu. On altıncı asır sonlarında, Bostancılarla birlikte sekiz-dokuz bine çıkan acemilerin, 17. asır başlarındaki adedi, 9406 idi.
Acemi Ocağı, on yedinci asır ortalarından sonra ehemmiyetini kaybetti. Yeniçeri Ocağı, 1826 yılında Sultan İkinci Mahmud tarafından kaldırılınca, bu ocak da kapanmış oldu.

Yeniçeri Ocağı ;Yeniçeri, Osmanlı Devleti'nde askeri bir sınıftır. Yeniçeriler, Padişah'a bağlı Kapıkulu Ocakları'nın piyade kısmıdır. Yeniçeriler, Osmanlı Devleti'nin sınırlarında yaşayan yunan, sırp, arnavut gibi hristiyan topluluklarından toplanan yetim çocuklardan oluşmuştur. Padişahın çevresinde bulunan yaya askerlerdir. Üç ayda bir ülufe adı verilen bir maaş alırlar savaşa gittiklerindeyse sefer bahşişi alırlardı. II.Mehmetten İtibaren Cülus Bahşişi Almak Gelenek olmuştu. Devletin ilk yüzyıllarında yararlı olan bu sistem, daha sonra bozulması ile değişik sorunları birlikte getirdi. Yeniçeri ocağı II. Mahmud tarafından 1826 yılında kaldırılmıştır.

Cebeci Ocağı ;Ordunun silahlarını hazırlayan ve savaş alanına taşıyan sınıftır. Fatih Sultan Mehmed zamanında kurulmuştur. Yeniçeriler gibi, acemi oğlanları arasından seçilen Cebeciler, 59 bölük ve 37 orta bölük olmak üzere 96 odaya ayrılmıştı. Cebeciler, silah yapımı, tamiri, barut hazırlanması ve savaş araç-gereçlerinin hazırlanmasını sağlayan sınıflardan oluşmakta idi.

Topçu Ocağı ;Top döken, topçulukla ilgili malzemeleri hazırlayan ve savaşlarda topları kullanan sınıftır. Osmanlı ordusunda ilk top, Sultan I. Murad zamanında 1389 yılında Kosova Meydan Muharebesinde kullanılmıştır.Topçu ocağının en büyük zâbitine (subayına) "Sertopî" veya "Topçubaşı" denirdi.

Top Arabacılar Ocağı ;Osmanlılarda kapıkulu ocaklarının yaya kısmından büyük topları cepheye taşımak için kurulan teşkilât. Muhtemelen 15. yüzyılın sonlarında kurulmuştur. Önceleri acemi ocağından neferler alınırken, 17. asırdan îtibâren ocak arabacılarının evlâtlarından ve kul kardeşlerinden alınmaya başlanmıştır. İstanbul’da ikâmet ettikleri gibi nöbetleşe kalelere de giderlerdi. Kapıkulu topçusunun bulunduğu yerlerde, top arabacıları da bulunuyordu. Tophâne’de îmâlâthâneleri, Ahırkapı’da ahırları, Şehremini’de kışlaları vardı. Ocakta; arabacıbaşı, kethüda, başçavuş, kethüda yeri, ocak kâtibi, bölükbaşı, odabaşı ve halife ünvanlı subaylar görev yapardı. Arabacıbaşı nezâretinde; nefer sayıları birle-elli iki arasında değişen, altmış üç top arabacıları bölüğü vardı.

Humbaracı Ocağı; Fabrika ve kışlaları Üsküdar'da bulunan humbaracılar, devlet askerî teşkilâtı bakımından önemli bir yere sahiptiler.
Humbaracı Ocağı, Osmanlı İmparatorluğu askeri teşkilatı'nda humbara yapan ve bunu kullanan sınıfın bağlı olduğu ocak. Kumbaracı ocağı da denilmektedir. Humbara, demir veya tunçtan dökülmüş el bombasıdır.

Lağımcılar ;Kuşatma altındaki surlarının altından tünel kazarak surları yıkan veya düşmanın açtığı tünelleri kapatan ocaktır. İlk kez Fatih Sultan Mehmed tarafından kullanılmıştır.

Sakalar ;Osmanlı ordusunun yardımcı kuvvetlerinden. Görevleri savaşta askerlere içecek dağıtmaktır.

Kapıkulu Süvarileri ;İstanbul dışında oturan süvari (atlı) birliklerdir. Savaşta hükümdar çadırını, sancakları ve hazineyi korurlardı. Sipahi, silahtar, sağ ulufeciler, sol ulufeciler, sağ garipler ve sol garipler olarak bölümlere ayrılırdı.

Silahtar ;Savaşta padişahın yanında durup padişahı korurlardı.

Sipahi ;Eskiden Osmanlı ordusunda, tımar adıyla aldıkları vergiye karşılık seferlere katılmak zorunda olan bir sınıf süvari asker bulunurdu. Bunlar âkıncılık çapulculuk, karakol hizmetleri görürler ve düşman karşısında yaya askerlerin korunmasını sağlarlardı. Bunlar hafif süvari birlikleri olup ok-yay kullanıp düşman birliklerini yıpratır. Hafif zırh, kalkan ve kılıçlarıyla süratli olup stratejik kullanıldığı zaman çok yararlı olan birliklerdi.

Sağ Ulufeciler ;Savaşta ordunun ağırlıklarını ve hazineyi korurlardı. Ayrıca saltanat sancaklarını korurlardı. Sağ Ulufeciler,Osmanlı Devleti askeriyesinin Hassa Ordusu'nun Süvariler kısmında yer alırdı. Bu bölüğe Yeşil Bayrak da denilirdi. Sağ ulufeciler 120 bölükten oluşurdu. Sağ ulûfeciler, seferde pâdişahın ve sipahi bölüğünün sağında yürürlerdi. Savaş meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının sağında dururlardı. Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı. Ulufecilerden toplam 7 kişi tayin edilen bölük subaşılığına Subaşı sıfatıyla sağ ulufecilerden 4 kişi tayin edilirdi.Ayrıca ordumuz için de büyük bir önemi vardı. Bu yüzden sağ ulufeciler osmanlı donanmasında yer almaktadır.

Sol Ulufeciler ;Savaşta ordunun ağırlıklarını ve hazineyi korurlardı.

Sağ Garipler :Savaşta saltanat sancaklarını korurlardı.

Sol Garipler:Savaşta saltanat sancaklarını korurlardı.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Kapıkulu Süvarileri​

Daimi orduyu teşkil eden kapıkullarının süvâri kısmı.

Kapıkulu süvârileri; yeniçeriler ve bostancılar arasında hizmet görmüş olanlarla Enderûn ve Enderûn’a eleman yetiştiren Edirne, Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa sarayları gibi yerlerden içoğlanları ve büyük fedâkarlığı görülen garib yiğitlerden alınan fertlerle vücûda getirilmiş bir sınıftı. Bunlar yeniçeriler ve diğer piyâde sınıfları gibi maaşlıydı. Timarlı sipâhîlerden ayırmak için kendilerine bölük halkı da denirdi. Sonraları yalnız sipâhî demekle kapıkulu süvârisi kastedildi.

Kapıkulu süvârî ocağına nefer alınmasına “bölüğe çıkmak” denirdi. Altı bölük olan kapıkulu süvârî ocağına, gerek saraylardan, gerek yeniçeri ocağından geçenlere bir hayvan veya hayvan parasıyla berâber yay ve ok akçesi adıyla bir mikdâr para verilirdi.

Murâd-ı Hüdâvendigâr zamânında kurulan kapıkulu süvârîleri; başlangıçta sipâhî ve silahdâr olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu iki kısım süvârîden sonra derece derece aşağıya doğru ulûfeciyân-ı yemîn (sağ ulûfeciler) ve ulûfeciyân-ı yesâr (sol ulûfeciler) ve gurebâ-i yemîn (sağ garibler) ve gurebâ-i yesâr (sol garibler) isimleriyle 15. asır ortalarına doğru dört kısım kapıkulu süvârîsi daha kuruldu ve süvârîlerin hepsi altı bölüğe tamamlandı. Kapıkulu süvârisînden her bölüğün ayrı ayrı vazifesi vardı.

Sipah bölüğü: Süvârî ocağının kırmızı bayrak da denilen en mümtâz ve îtibârlı bölüğü. İlk devirlerde devlet ve millet yarârına faydalı hizmette bulunmuş olan nüfûz sâhibi kimselerin çocukları bu bölüğe alınırdı. Bunlar sulh zamanlarında cizye, resm-i gazem, mukâtaa gibi mîrî malların tahsîlinde görevlendirilirler ve ekseriyâ üzerlerine hünkâr içoğlanlarından biri ağa tâyin olunarak tahsilâta giderlerdi. On yedinci asırda kendilerine tevliyet (mütevellîklik), voyvodalık ve daha başka hizmetler verildi.

Sipah bölüğü, pâdişâhların câmiye çıkışlarında ve sefere hareketlerinde, ikişer ikişer sağ tarafında yürürlerdi. Harp sâhasında ise ordu merkezinin sağ tarafındaki saltanat bayrakları altında ve bâzan da hükümdârın arka tarafında dururlardı. Sefere giderken ordunun geçeceği yerlere sancak tepesi denilen tepeler kurup güzergâhı tesbit etmekle vazifeliydiler. Muhârebe meydanında çadırlarını hükümdâr otağının sağında kurarlar gece otağ-ı hümâyûnun korunmasını silahdâr bölüğüyle münâvebeli olarak yaparlardı.

Sipâhiler üç yüz bölükten meydana geliyordu. On yedinci asrın ilk yarısında her bölükte yirmi-otuz kişi ile bir de bölükbaşı bulunurdu. Efrâd, on altıncı asır sonlarında on beşden otuz akçeye kadar değişen yevmiye alırlardı. Bölükbaşılarının yevmiyesi ise kırk akçe idi.

Silahdâr bölüğü: Sarı bayrak da denilen bu bölük, Osmanlı Devletinde kapıkulu süvârîlerinin ilk teşkil edilen bölüğüdür. Bu bölüğe başlangıçta harem-i hümâyûndan çıkan içoğlanlarından, sonradan da Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlardan ve “veledeş” denilen süvârî çocuklarından efrâd alındı. Sipah bölüğünün kurulmasından sonra, silahdâr bölüğünün ehemmiyeti ikinci dereceye düşmüştür.

Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar beş bölük olan silahdârlar, alaylarda pâdişâhın arkasında yürürler, aşağı bölükler de bunların etrâfında giderlerdi. Sefere gidilirken askerin geçeceği yolların açılıp temizlenmesi silâhdârlara âitti. Bunun için bir mikdâr neferle kethüdâları veya çavuşları bu işe memur edilirdi. Silâhdârlar yolları açarlar, köprüleri tâmir ettirirler, geçilmesi zor bataklıkları temizlettirirler, bunun için de yerli halkı ücret karşılığı bu hizmetlerde çalıştırırlardı. Pâdişâh sefere çıktığında birkaç milde bir, yolun her iki; vezîriâzam serdâr olduğu zaman ise sâdece sol tarafa sancak tepeleri ihdâs etmek bunların görevleri arasındaydı. Yol açma hizmetlerinden başka tuğculuk, yedekçilik (pâdişâhın yedek atlarının götürülmesi), buçukçuluk (pâdişâhın câmiye çıkışında fakirlere sadaka dağıtılması) gibi vazifeler de bu bölüğe verilmişti.

İki yüz altmış ortaya ayrılan silâhdâr bölüğü, seferdeki gibi, câmiye çıkışlarda da pâdişâhın sol tarafında yürürler, harp sahasında ise saltanat sancaklarının sol yanında ve bâzan pâdişâhın arkasında bulunurlardı.

Gerek sipâh, gerekse silâhdarların başlarında büyük zâbit olarak silâhdâr ağasından başka; kethüdâ, kethüdâ yeri, başçavuş ve kâtipleri vardı.

Ulûfeciyân-ı yemîn ve yesâr bölükleri: Bâzan orta bölükler de denilen iki bölükten birincisine yeşil bayrak ismi verilirdi. Sağ ulûfeciler yüz yirmi bölüğe ayrılmışlardı. Sarılı beyaz bayrak taşıyan sol ulûfeciler ise yüz bölüktü. Sağ ulûfeciler seferde pâdişahın sağında yürüyen sipah bölüğünün sağında; sol ulûfeciler de solunda yürüyen silahdârların solunda yürürlerdi. Harp meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının biri sağında, diğeri solunda dururlardı. Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı. Bu iki bölükten dördü sağ, üçü de sol ulûfecilerden olmak üzere yedi kişi, subaşı ismiyle bölük subaşılığına tâyin edilirlerdi.

Ulûfeci bölüklerine alınan efrâdın hepsi Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkmış olmayıp, bunlara ek olarak orduda, devlet adamları hizmetinde ve kumandanlar maiyetinde bulunarak, muhârebelerde yararlıkları görülen efrâd, ekseriyeti teşkil ederdi. “Veledeş” denilen süvârî evlâdının ulûfecilere de verildiği olurdu. Tehlikeli zamanlarda kendilerine hizmet teklif edilenlerin, hayatlarını tehlikeye koyup o hizmeti îfâ şartıyla bölüğe kaydedilmeleri de kânûn emriydi.

Ulûfeciler arasından üç ihtiyâr süvârî “otağçı” ismiyle, eski ve satılması îcâb eden otağları satmak vazîfesiyle mükelleftiler. Hükümdâra ve hazîneye âit otağları bunlardan başkası satamazdı. Bu üç süvârinin biri emin, biri kâtip, biri de nâzır olurdu.

Gurebâ-i yemîn ve yesâr bölükleri: Sağ garibler ve sol garibler denilen bu bölüklere, “aşağı bölükler” de denirdi. Bir kısmı diğer bölükler gibi saraylardan alınırken, ekserîsi Türk, Acem ve sâir memleketlerden gelen veya Müslüman ve muhârebe meydanlarında çok tehlikeli işlerde muvaffak olmuşlardan teşkil edilirdi.

Sefer esnâsında merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları muhâfaza ederlerdi. Harp esnâsında en mühim vazîfeleri, sancak-ı şerîfin muhâfazası idi. Bunun için sancak-ı şerîfin konulduğu çadırın etrâfını karargâh yaparlardı. Sancak-ı şerîfin ordu ile bulunmadığı devirlerde, yâni Yavuz Sultan Selîm Handan önce, pâdişâhın sancaklarını bunlar korurlardı. Ordugâha odun naklini temin etmek de görevleri arasındaydı.

Sağ ve sol garibler ayrı ayrı yüzer bölüğe ayrılmışlardı. Sağ gariblerin bayrakları sarı ile beyaz, sol gariblerinki ise yeşil ve beyaz renklerden meydana geliyordu.

Gurebâ bölükler efrâdı sonuna kadar bölüklerinde kalmayıp, ocakta ağa değiştiği, bir aşağı bölük ağası bir derece terfi ile yukarı bölüğe ağa olduğu zaman, bu bölüklerden muayyen mikdar efrâd da bir yukarı bölüğe terfî ettirilirdi.

Kapıkulu süvârîlerinin silâhları, bir pala ve bir mızrakla, “gaddâre” denilen ve eyerin kaşına asılı olan bir kılıçtan ibâretti. Bunlar meşakkate dayanıklı ve atik olan Anadolu atlarına binerlerdi. Harpte iki derin hat üzerine nizâm alır, değişmeli olarak düşmana hücûm ederlerdi. Her süvârî sefere bir de yedek at götürmek mecbûriyetindeydi.

Sipâhî ocaklarına kaydolunacaklar hakkında “hat” denilen pâdişâhın tahrîrî irâdesi çıkardı. Bu ocağa gireceklerin ismi evvelâ “mukâbeleci” denilen mâliye memuru defterine kaydedilir. Mukâbeleci, ocaktaki mahlûlleri her ulûfe zamânında bir deftere yazarak vezîriâzama bildirir, o da hükümdâra arz ederdi.

Vezîriâzamın huzûrunda ulûfelerini alacak süvârîler, maaşlarını alırken, “iptida” denilen askerî hüviyetlerini gösterirlerdi. Bu hüviyetlerde, her neferin künyesi, eşkâli ve ulûfe mikdârı yazılı olurdu.

Süvârî ağalarından sipah ağası sancağa çıkacak olursa üç yüz bin; silâhdar ve sağ ulûfeci ağaları da, iki yüz bin akçelik haslarla sancakbeyi olurlardı. Sol ulûfeci ve gurebâ ağaları ise, hârice çıktıkları vakit defter kethüdâsı olurlar, zeâmet ile çıkarlardı.

Kapıkulu süvârîlerinin hükûmet merkezinde yeniçeriler gibi müstakil kışlaları yoktu. Bunlar büyük mikdârda at beslemeye mecbûr olduklarından, çoğu hükûmet merkezine yakın yerlerde bulunurlardı.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Kaptan-ı Derya​

Osmanlı Donanması'nda en büyük amir ve donanma baş komutanına verilen ad. Kaptanpaşa.

Kaptanlık, eskiden Gelibolu Sancakbeyi olana verilen bir rütbeydi. Fakat Barbaros Hayreddin Paşadan itibaren kaptanpaşalık, beylerbeyi rütbesindeki şahıslara verilmiştir. On altıncı yüzyılın son yarısıyla 17. yüzyıldan sonra da vezirlere verilmeye başlandı ve bu şekilde devâm etti. Eğer kaptanpaşa vezir değilse, sıfatı “Cezayir Beylerbeyi” olurdu. Genellikle kaptanpaşaların denizcilikten gelmeleri şart değildi. Eyalet valileri veya kubbe vezirlerinden biri de kaptanpaşa olabilirdi.

Kaptan-ı derya tabiri, 1867 târihine kadar kullanılmış, bu tarihten sonra bahriyenin bütün işleri “Bahriye Nezareti” adlı bir teşkilata verilmiştir. Kaptan-ı deryalık 1876 Haziran ayında Kayserili Ahmed Paşanın ikinci Bahriye Nâzırlığında yeniden ihdas edilmişse de, aynı yıl Bahriye Nezareti'ne dönüşmüştür.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Kaptanpaşa Eyaleti​

eyaletler3f6737830faf85cf.webp
eyaletler3f6737830faf85cf.webp
Osmanlı Devleti'nde kaptanpaşanın idâresine verilen eyâlet.

Barbaros Hayreddîn Paşa'nın Osmanlı Devleti hizmetine girmesinden sonra, kaptanpaşa idâresindeki Gelibolu sancağına yeni sancakların ilâvesiyle Cezâyir-i Bahr-i Şefîd (Kaptanpaşa) eyâleti kuruldu. Merkezi Gelibolu (Paşasancağı) olan bu eyâlete, Gelibolu, Kocaeli, Suğla, Biga, Eğriboz, İnebahtı, Mizistre, Karlıeli ve Midilli sancakları bağlandı. Cezâyir-i Garb de, Barbaros Hayreddîn Paşadan îtibâren kaptanpaşaya bağlandı. Sonraları; Mehdiye, Nakşe, Sakız, Girne, Lefkoşe, Andre sancakları da kaptanpaşa eyâletine dâhil edildi. Bu sancakların beylerine “deryâ beyi” denirdi. Zamanla eyâletin toprakları azaldı. On dokuzuncu yüzyılda Kala-i Sultânî (Çanakkale) merkez olmak üzere yeniden düzenlendi ise de, 1867’de lağv edildi.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Geri
Üst